Ehl-i Sünnet’in Şi’î Akidesine Tenkidleri - Alparslan Aydar

Ehl-i Sünnet’in Şi’î Akidesine Tenkidleri

İslâm âlimleri, ictihadi farklılıkları bir zenginlik olarak değerlendirmiş ve bunu ifade için ‘mezhep’ kavramı kullanmışlardır. Buna mukabil itikadi ihtilâfların ‘fırka’ kavramıyla ifade edildiği malûmdur. Son dönemlerde kullanılan ‘İtikadî Mezhep’ tanımı, meselenin keyfiyetinin kavrdanmasını zorlaştırmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen “Ey îmân edenler! Kendisinden nasıl sakınmak gerekiyorsa, Allah’dan öyle sakının ve siz ancak Müslüman kimseler olarak can verin! O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve parçalanıp fırkalara ayrılmayın!” (Âl-i İmran Sûresi:102-103) emrindeki inceliğe dikkat etmekte fayda vardır. İtikadi fırkalardan birisi olan Şia; “Hz. Peygamber’den (sav) sonra Hz. Ali’nin (ra) imam olduğunu ispata çalışmışlardır. Hicri ikinci asrın başlarından itibaren, ‘Gadir-i Hum Teorisi, Velayet ve Vasilik’ gibi kavramların kullanıldığı ve ilâhi saltanat iddialarının piyasaya sürüldüğü malûmdur.

Ehl-i Sünnet’in Şi’î Akidesine Tenkidleri
Doç. Dr. Sayın Dalkıran
Osmanlı Araştırmaları Vakfı
Mîsak Dergisi
Sayı: 288 / Kasım 2014

Hazreti Peygamber(sav) devrini idrak etmiş, Müslüman olarak peygamberi görmüş, O’nun sohbetinde bulunmuş ve yine Müslüman olarak ölmüş olan kimselere sahabî denir.” (1)

“Cenâb-ı Hak ashâbı Kur’an’da övmüş ve mûtedil/adil bir ümmet olduklarını (el-Bakara 2/143), Allah ve Resulüne iman edip tam teslimiyet gösterdiklerini ve büyük ecir kazandıklarını (Âl-i İmrân 3/172, 173), Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı olduğunu ve ebedî kalacakları cennetin onlar için hazırlandığını (et-Tevbe 9/100) bildirmiş; Allah’a ve Resulüne yardım eden sâdık müminler olduklarını (el-Haşr 59/8), ihtiyaç içinde bulunmalarına rağmen başkalarını kendilerine tercih ettiklerini ve kurtuluşu hak ettiklerini (el-Haşr 59/9), gerçek müminler olarak bağışlanacaklarını ve âhirette cömertçe rızıklandırılacaklarını (el-Enfâl 8/74) haber vermiştir. Hz. Peygamber de fedakârlıklarını birlikte yaşayarak gördüğü ashaptan bahsederken onları ‘insanlık tarihinin en hayırlı nesli’ (Buhârî, Müslim), ‘ümmetin en hayırlıları’ (Müsned), ‘cehennem ateşinin yakmayacağı kimseler’ (Tirmizî), ‘cennetlikler’ (Müttakî) diye tanıtmış, ayrıca ümmetin onlara ikramda bulunmasını (Tayâlisî), iyilik etmesini (Müsned) ve kendilerini çekiştirmemesini (Buhârî, Müslim) istemiştir.” (2)

Hz Osman’ın(ra) katledilmesiyle başlayan ‘Büyük Fitne’ döneminde ortaya çıkan Cemel ve Sıffin muharebeleri neticesinde başta “tevhid, kader, iman-amel ilişkisinin mahiyeti ve bu esaslarla ilgili olarak Allah’ın sıfatları, zât-sıfat ilişkisi, müteşâbih âyetlerin anlaşılması, rü’yetullah, Allah’ın iradesi, hidâyet ve dalâlet, amelin imandan bir cüz olup olmaması, büyük günah işleyenlerin durumu(2) üzerine ortaya çıkan tartışmalar mü’minler arasında ayrılıklara vesile olup, kendinden kopan parçalar ile arasındaki farkı ortaya koymak adına ana bünye kendini ‘Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ olarak adlandırmak durumunda kalacaktır.

Ulema, amele karşılık gelen farklılıkları bir zenginlik olarak değerlendirip ‘mezhep’ kavramı içinde ele alırken, itikadi farklılıkları ‘fırka’ kavramı içinde değerlendirip bu noktadaki sapmalara karşı son derece hassas davranmıştır. Son dönemde karşımıza çıkan ‘İtikadî Mezhep’ tanımı farkında olmasak da bu iki kavram arasındaki farkı en azından oluşturduğu algı açısından ortadan kaldırmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen “Ey îmân edenler! Kendisinden nasıl sakınmak gerekiyorsa, Allah’dan öyle sakının ve siz ancak Müslüman kimseler olarak can verin! O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve parçalanıp fırkalara ayrılmayın!” (Âl-i İmran Sûresi:102-103) emrindeki inceliğe dikkat etmekte fayda vardır.

Bu fırkalardan birisi olan Şia; “Hz. Peygamber’den (sav) sonra Hz. Ali’nin (ra) imam olduğunu ispata çalışmışlardır. Hicri ikinci asrın başlarından itibaren, ‘Gadir-i Hum Teorisi, Velayet ve Vasilik’ gibi kavramların kullanıldığı ve Hz. Ali (ra) ve soyuna tahsis edilen iktidarın gasp edildiğini iddia eden eserler kaleme alınmıştır,

Peygamber Efendimiz’in (sav) Hz. Ali’yi (ra) kendisine indirilen vahyin gereği olarak, Gadir-i Hum denilen mevkide ‘İmamet Makamına’ tayin ettiği iddiası, Abbasi Hanedanı döneminde ortaya atılmıştır. ‘Gadir-i Hum’; Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yerin adıdır. Burası, Cuhfe’den 2-3 mil mesafede bataklık olan bir yerdir. Veda Haccı dönüşünde Peygamberimiz Efendimiz (sav) ‘Gadir-i Hum’ mevkiinde konaklamış, gruplar memleketlerine dönmeden önce onları toplamış ve bir hutbe okumuştur.

‘Gadir-i Hum’ teorisini ortaya atan ve ‘imamet nazariyesini’ iman esası haline getiren Şiî müelliflerin iddialarına göre; Resul-i Ekrem’in (sav) vefatından sonra, ehl-i beyt dışında samimi Müslümanların sayısı onu geçmez. Hâlbuki kendi iddialarına göre ‘Gadir Hutbesini’ yüz binin üzerinde sahabe dinlemiştir. Bunun anlamı şudur: ‘Yüz binin üzerinde sahabe Resul-i Ekrem’in (sav) vefatından sonra sözlerinde durmamış ve Hz. Ali’yi hilafetten mahrum etmek için işbirliği yapmışlardır.’ Böyle bir ittifakın meydana gelme ihtimalini kabul etmek mümkün müdür?

İmam Seyyid Şerif Cürcani ‘El Mevakıf’ isimli eserinde:‘Gadir-i Hum hadisinin sahih bir
senedi yoktur. Zira Hz. Ali (ra) Gadir gününde, Resul-i Ekrem (sav) ile birlikte değildi. Görevli olarak Yemen’de bulunuyordu’ diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir.” (3)

Doç. Dr. Sayın Dalkıran tarafından hazırlanan eser iki bölümden meydana gelmiştir: Giriş kısmında Ahmed Feyzi Çorûmî’ye ve yaşadığı asırda Anadolu’da fikir hayatı, Birinci Bölümde: ‘El-Feyzü’r-Rabbân’nin tanıtımı, Eserde Temas Edilen Başlıca Konular ve Şîa’ya Yönelttiği Eleştiriler İkinci Bölüm de ise: ‘Tevdid, Nübüvvet, Kazâ ve Kader, Hilafet-İmamet, Sahabe ve Ehl-i Beyt İle İlgili Görüşler, Lanet Meselesi ve Yetmişüç Fırka İle İlgili Değerlendirmeler ve Sonuç.

Kitabı hazırlayan Doç. Dr. Sayın Dalkıran önsözde şu tesbitlerde bulunur:

“Türk-İran münasebetlerinde Şiîliğin rolü çok büyüktür. İslam’ın erken dönemlerinde teşekkül eden Şia’nın, bugün olduğu gibi, özellikle Osmanlı dönemindeki münasebetleri büyük ölçüde etkilediği bir vakıadır. Özellikle, on beşinci yüzyılın sonları ile on altıncı yüzyılın başlarında iki devlet arasındaki kanlı muharebelerin görünen sebebi, dini ve mezhebidir. Gerçek şu ki, tek sebep dini ve mezhebi olan ihtilaflar değildir. Ancak, halkın savaşa sevk edilmesinde bu saik sürekli kullanılmıştır. İki devletin resmiyette sulh içinde bulunduğu zamanlarda ise, özellikle İran tarafında boş durulmamış ve sürekli Anadolu içlerinde Şiî propagandasına devam edilmiştir. İşte böylesi bir dönemde neşredilerek halka dağıtılan Hüsniye adlı kitabın, reddiyesinin yapıldığı Ahmed Feyzi Çorûmî’ye ait ‘El-Feyzü’r-Rabbânî fî Ebâtili’l-İrâni’ adlı eseri çalışmamıza konu edindik. (S,1)

Çalışmanın asıl kısmı, ‘Eserde Temas Edilen Başlıca Konular ve Yazarın Şia ‘ya Yönelttiği Eleştiriler’ başlığını taşımaktadır. Bu başlık altında Tevhid, Nübüvvet, Kaza-Kader, Hilafet-İmamet, Ehl-i Beyt ve Sahabe, Lanet gibi konuların yanında, İslam Mezhepleri Tarihinde sıkça tartışılan Yetmiş Üç Fırka ile ilgili değerlendirmeler işlendi. Çorûmi, eserinde sadece bu konulara temas etmekle kalmayıp, furuât dediğimiz, inancı ilgilendirmeyip ibadet ve muamelatla ilgili pek çok konuya da temas etmektedir.” (S,2)

 

Ahmet Feyzi Çorumî Ve Yaşadığı Asırda Anadolu’da Fikir Hayatı

 “Arap Ahmed Mahallesi’nde. 1255/1839 yılında dünyaya gelen Çorûmi’nin asıl adı, Ahmed Feyzi b. Ali Arif el-Çorûmi Leblebicizade’dir. Son dönem Osmanlı din bilgini ve yazarı olan Çorûmi, ilmiyeye mensup bir aileden olup, babası Arif Efendi ve dedesi Osman Raif Efendi müftülük görevlerinde bulunmuşlardır. Tahsilini Çorum ‘da mevcut bulunan değişik âlimlerden ders alarak tamamlamıştır. Hocaları arasında İskilipli Arapzade Mehmed Emin Efendi (1306/ 1888) de bulunmaktadır. Arapzade’ den icazetli olan Çorûmi, Nakşibendiyye tarikatının Halidiyye koluna mensuptur. Çorum’da Kurtzade ve Alaybeyoğlu medreselerinde müderrislik görevinde bulunan Çorûmi, 1851-1884 yıllan arasında aralıklarla müftülük görevini yürütmüştür. Aynı yerde Şeriyye mahkemesinde başkâtiplik ve kadılık vazifelerinde de bulunmuştur. Müderrisliği esnasında pek çok talebeye icazet veren Çorûmi, kendi memleketinde 1327/1909 yılında vefat etmiştir.” (S,5)

Yazar Ahmed Feyzi Çorûmî’nin‘El-Feyzü’r-Rabbânî fî Ebâtili’l-İrâni’adlı eserin yazılmasında II. Abdülhamid’in takip ettiği İslam Birliği siyasetinin etkili olduğu kanaatindedir.

“Şîa mezhebini iktidara taşıyan Safaviyye, Osmanlı Devleti için asırlarca ciddi bir sorun olmuştur. Daha önce İran’da iktidar yüzü görmeyen ve bunun özlemi içinde yaşayan Şîa, bu hayalini Şah İsmail’in başa geçişi ile (1501-1524) gerçekleştirmiş ve propaganda faaliyetlerinden de geri durmamıştır.” (S,8)

“Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısını, dirlik ve düzenliğini, devam ve bekasını tehdit eden bu propaganda faaliyetlerinin yanında, İran lideri Şah İsmail’in bütün İran’ı itaat altına aldıktan sonra doğudaki Özbeklerin de işini bitirip Osmanlı ülkesine yönelmesi ile Yavuz Sultan Selim (1520) harekete geçmiştir. İktidarı babasının sağlığında elde eden Yavuz, babasının ilgisiz kaldığı Safavi meselesine el atmış ve İran’a sefere çıkmıştır. Yavuz’un ordusu, Şah İsmail karşısında 23 Ağustos 1514, Çarşamba günü Çaldıran’da mutlak bir galibiyet elde etmiştir. Savaşın sonuçlanmasına doğru Şah İsmail kaçmıştır.

Ne Çaldıran, ne de yapılan diğer muharebeler Osmanlı-İran meselesini kökünden halletmiş değildir. Yavuz’un ölümünden sonra Anadolu’daki propaganda faaliyetleri artararak devam etmiştir. Osmanlı Devleti bu tarzdaki Şiî propagandalarına karşı kararlı tutumundan taviz vermemiştir.” (S,11)

“İran Şahı Nasıruddin (1896) zamanında İngiliz ve Rusların da kışkırtmaları ile İran’ın İslam Birliği fikrine karşı çıkmasının yanında, Osmanlı ülkesi içinde 1870’li yıllarda ‘Ahond’ denilen Şiî propagandistlerle Şiîlik yayılmaya çalışılmıştır. Ahondlar ellerine verilen geniş maddi imkânlarla halkın camilerini tamir ettirmiş, cami olmayan yerlerde cami yaptırarak, kasaba ve köylerde tesirli faaliyetler yapmışlardır. Osmanlı arşiv belgelerine göre, Rafizilik, özellikle Irak’ta Osmanlı Devleti için tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Öyle ki, ahalinin dörtte üçünün Şiîliği benimsediği, ordunun yüzde sekseninin ‘Şiîyyü’l-mezheb’ olduğu ifade edilmektedir. Basra ve diğer yerlerden hükümet merkezi olan İstanbul’a gönderilen raporlarda bunların sebepleri ve hal çareleri üzerinde durulmaktadır. (S,13)

Raporlara göre gerçek sebep, halkın cahil kalışı ve onların Ehl-i Sünnet ulemasının ve vaizlerinin dini telkinatlarından uzak bulunmaları ile ‘müçtehid’, ‘ahond’, ‘mümin’ ve benzeri adlarla Şiî ulemanın bu boşluktan istifadeye çalışmalarıdır. Şiî ulemasının gerçek niyeti, ortamı iyi değerlendirerek halkı Osmanlı devleti aleyhine isyan ettirmekti. Nihayetinde Ahmet Cevdet Paşa’nın teklifleri doğrultusunda tedbirler alınmıştır.” (S,14)

 

El-Feyzü’r-Rabbânî’nin Tanıtımı

“Ahmed Feyzi Çorûmi’nin ‘El-Feyzü’r-Rabbânî fî Ebâtili’l-İrâni’ adlı eserinde baştan sona reddi yapılan ‘Hüsniye’ adlı eser, Şiî-İmâmî âlimlerinden ‘Ravzü ‘l-Cinân’ adlı tefsirin yazarı olan Ebu’l-Fütuh er-Râzî (1557)’ye nisbet edilmekte ise de muhtevanın incelenmesi ve içinde geçen şahısların yaşadıkları dönemlere ait tarihlerin karşılaştırılması sonunda eserin adı geçen müellife nisbetinin doğru olmadığı, Safevîler devrinde hayali bir roman biçiminde kaleme alındığı anlaşılmaktadır.” (S,21)

“Hüsniye’nin yazar veya yazarları tarafından ortaya konulan hayali senaryo özetle şöyledir: Abbasi halifelerinden Harun er-Reşid zamanında (786-809) Bağdat’ta zengin bir tüccar zulme uğrar ve bütün servetini kaybeder. Elinde, küçük yaşta yanına aldığı ve güzelliğinden dolayı Hüsniye diye anılan cariyesinden başka bir şey kalmaz. Yirmi yaşına kadar Caferü’s-Sadık (765)’ın hizmetinde bulunan ve ondan ders alan Hüsniye, ilimde yüksek bir merhaleye ulaşır. Efendisinin içinde bulunduğu sıkıntıyı bildiğinden, ona kendisini üç bin altına satın alması için halifeye teklifte bulunmasını, özellikleri sorulduğunda ise, huzurunda devrin ileri gelen âlimleri ile yapılacak bir ilmi tartışmada onları mağlup edebileceğini belirtmesini ister.

Hüsniye’nin efendisi, önce Harun er-Reşid (809)’in veziri Yahya b. Halid el-Bermekî ile görüşüp konuyu anlatır. Vezir, Hüsniye ile tanışır, onun güzelliğine ve ilmine hayran kalarak teklifi halifeye bildirir. Halife de teklifi kabul ederek yapılacak ilmi münazarada âlimleri mağlup etmesi halinde cariyeyi sahibine iade edeceğini ve istediği üç bin altını da vereceğini, mağlup olması halinde ise sahibini öldürüp cariyeyi de alacağını söyler. Bunun üzerine etrafa haberler gönderilerek, dönemin ileri gelen âlimleri halifenin sarayında toplanır. Harun er-Reşid devrinin en seçkin âlimleri olarak takdim edilen Basralı İbrahim b. Halid el-Avni, İmam Ebu Yusuf (774) ve İmam Şafii (819)’nin katıldığı münazarada iman-küfür, hidayet-dalalet, peygamberlerin masumiyeti, Hz. Ali ‘nin Hz. Peygamber’in vefatından sonra vasisi ve ümmetin imamı olduğu, imametin onun evlatlarına geçeceği, ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı ve bunlar içinde sadece Hz. Nuh’un gemisine benzetilen Şia’nın kurtuluşa eren fırka olduğu konuları üzerinde durulur.

Toplantıda ayrıca ele alınan diğer konular da şunlardır: Ehl-i Beyt’e reva görülen zulümler, Hz. Fatıma’nın babasının mirasından mahrum bırakılması, Hz. Ali ‘nin diğer halifelere göre her bakımdan üstünlüğü, Gadir-i Hum hadisesi, Hz. Peygamber’in ölüm hastalığı esnasında hilafet hakkının Ehl-i Beyt’e ait olduğunu yazdıracağı kalem kâğıt istemesi, mübahele ayeti ve yorumu, Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesinin bir oldu bittiye getirildiği ve bu konuda icma bulunmadığı, rü’yetullah, mut’a nikâhının meşruiyeti.

Bunların yanında, binlerce yıl önce babası Hz. İbrahim tarafından kurban edilmek üzere yere yatırılan İsmail’e ağlandığı halde, feci bir şekilde şehit edilen Hz. Hüseyin için Aşure gününde ağlanmaması ayıplanarak, matem tutan Şiîlerin çeşitli kötü isimlerle anılmasının yersizliği de ifade edilir.

Eserde münazara esnasında öteki âlimlerin ileri sürdüğü düşünce ve itirazlar oldukça kısa tutulurken, Hüsniye’nin onları mağlup etmesine uygun bir tablo çizilir. Nihayet bütün âlimler susar ve halifenin huzurunda mahcup olurlar. Harun er-Reşid’in vezirinin ve hazır bulunanların takdirini kazanan, ayrıca kıymetli hediyelerle birlikte üç bin altın verilen Hüsniye’nin, kendisiyle tartışan âlimlerin şerrinden korunması için Medine’de yerleşmesinin sağlandığı ifade edilir.

Çorûmî, Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki bu tartışmada, Şia’yı bir cariyenin temsil etmesindeki espriyi ise şöyle açıklar: Şiî müellif ve müellifler Şia’yı bir cariyeye temsil ettirmekle demek istedikleri; Ehl-i Sünnet hiç bir Şiî ve Rafizi ile tartışmaya muktedir değildir. O kadar ki, bir cariye karşısında bile mağlub olmuşlardır.” (S,21-22)

 

Sonuç bölümünde ise şu değerlendirmelerde bulunur:

“Tanıtmaya çalıştığımız eser, Anadolu’da Şîa propagandasının yoğun olduğu bir dönemde kaleme alınmıştır. Çorûmî, ‘Hüsniye’ adlı eserin paragraf paragraf, cümle cümle, hatta kelime kelime değerlendirmesini yapmıştır. İçindeki yanlış gördüğü yerleri reddederken, doğrularına da işaret etmiştir. Böylece hakkı hak sahibine teslim etmeği bilmiştir. Bu metot, onun takdir edilecek yönlerinden biridir.

Çorûmî’nin eserinin önemini, yararlandığı kaynak eserlerin çokluğundan görmek mümkündür. Onun eseri, daha önce ifade ettiğimiz gibi, ansiklopedik bir görünüm arz etmesi nedeniyle kaynakları da çok çeşitlidir. Bunlar içerisinde Kelam, Mezhepler Tarihi, Tefsir, Hadis, İslam Hukuku, Tarih, Gramer, Tasavvuf ve Felsefeye ait pek çok kaynak eserler vardır. Bu kaynakların ekserisini Ehl-i Sünnet kaynakları oluştururken, bir kısmını da Şîa’ya ait kitaplar teşkil eder.

Ma’rifetullahın elde edilmesi konusunda, masum imamın talimine gerek olmadığına dair, getirdiği izahlar tatminkâr görülmektedir. Bu hususta, Şîa’yı tenkit eder ve tenkidinde orta bir yol izler. Ona göre nazar ve istidlal yolu oldukça büyük önem arz etmektedir. Ayrıca, Allah’ın zatının bilinemeyeceğine dair olan görüşleri de tatminkâr bulunmaktadır.

Sıfatlar konusunda, onun muhatabı genel olarak Mu’tezile’dir. Zira Şîa bu konu da, Mu’tezilî düşünceye sahip bulunmaktadır. O, özellikle Kelam sıfatı üzerinde hassasiyetle durur. Onun bu konudaki delilleri klasik Kelam kitaplarında bulunan delillerdir. Rü’yetullâh konusundaki görüşlerini, akli ve nakli delillere dayandırarak isbata gayret eder ve bu hususta tatminkâr açıklamalarda bulunur.

Nübüvvetle ilgili, genel anlamda klasik kelâmî eserlerde bulunan görüşleri tekrarlarken, kimlerin peygamber seçilemeyeceği hususunda tenkit edilebilecek yönleri bulunmaktadır.

Peygamberlerin nitelikleri hususunda Ehl-i Sünnet’in Şîa ile anlaşmazlığının olmadığını ifade ederken, Şîa’nın görüşlerini yansıtan Hüsniye müellifini peygamberlerin sayısını net ifade etmesini doğru bulmaz.

Çorûmî’nin, Kur’an’la ilgili olarak en çok üzerinde durduğu mesele ‘Halku’l-Kur’an’ konusudur. O bu konuda, Ehl-i Sünnet’in Mu’tezile’ye karşı kullandığı delilleri tekrarlar.

Onun kaza ve kader konusuyla ilgili, üzerinde ısrarla durduğu husus ‘efâl-i ibâd’ konusudur. Burada da muhatabı Mu’tezile ve onlardan etkilenen Şîa’dır. Çorûmî, Ehl-i Sünnet’in görüşü olan, insanın cüz-i irade sahibi olduğundan dolayı sorumlu olduğu, ancak kulun isteği istikametinde Allah’ın fiillerini yarattığını ısrarla vurgular. Konu ile ilgili getirdiği nakli delillerin yanında, özellikle avamın da çok rahatlıkla anlayabileceği akli delillerle ilgili örnekler dikkat çekicidir.

Çorûmî, kulların fiillerinin yaratılması hususunda cebrî düşünceyi de eleştirmeyi ihmal etmez. Ona göre, Mu’tezile ifratta ise, Cebriyye ise tefrittedir. Her ikisi de aşırı iki ayrı grubu oluşturur. Ehl-i Sünnet ise işin ortasını bulmuştur.

Hidayet, dalalet ve kalplerin mühürlenmesinin keyfiyeti konusunda Çorûmî, akli ve nakli delillere baş vurarak i’tizali ve cebri görüşleri reddeder. Bu konuda da, kulun iradesini sarf ederek kendi fiiliyle dalalet ya da hidayeti kesb ettiğini, neticeyi Allah’ın yarattığını nazara verir. Özellikle, kalbi mühürlenen insan hakkında ‘artık daha iman etmez’ gibi yaygın bir kanaatin aksine, böylesi bir şahsın imana dönmek için ölünceye kadar şansı olduğunu ayetlere dayanarak delillendirmesi ilgi çekicidir.

‘El-Feyzü ‘r-Rabbâni’nin en ağırlıklı konusunu hilafet oluşturur. Çorûmî’ye göre, Şîa’nın ileri sürdüğü gibi halifenin, nassla tesbit edilmiş olması doğru değildir. Bu meselede onların ileri sürdükleri deliller yeterli ve tutarlı değildir. İmam nasbının Allah’a vacip olması doğru değildir. İmamın gizliliği (gaybûbeti) ve özellikle takiyye ile ilgili Şîa’nın düşüncelerine katılmak mümkün bulunmamaktadır. İmamet-i Kübrâ olarak da adlandırdığı hilafetin, pek çok şartı bulunmaktadır. Kureyşî olmak şartı, imamda kesin bulunması gereken yedi şart arasında yer almayıp, tali şartlar arasında bulunur.

Hilafet probleminde Şîa’ya yönelttiği en ciddi tenkitlerden biri, peygamberlerin olduğu gibi imamların da masumiyet (ismet) sıfatına sahip bulunduğuna dair olan görüştür. O, bu özelliğin imamlarda olduğu varsayımından hareketle, önemli kaygılarını dile getirir ki, onun kaygılarında haklı olduğu görülmektedir.

Çorûmî’ye göre, Hulefây-ı Râşidîn arasındaki fazilet sırası, hilafet sırasına uygundur.

Bundan dolayı, onlarla ilgili nakli deliller üzerinde özellikle durmaktadır. Onun bu konuda ısrar etmesinin nedeni, Şîa tarafının ilk üç halifeye gâsıb ve zalim olarak bakılmasıdır. Bu konuyu açıklığa kavuşturmak ve Şîa’nın görüşlerini reddetmek için Hulefay-ı Raşidinin halife seçilmelerini detaylarıyla anlatır. Konuları işlerken, nakiller arasındaki bağı kurmakta başarılı olduğu söylenebilir.

Çorûmî, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki çekişmelerin içtihat farklılığından kaynaklandığını ifade eder. İşin sosyolojik tarafı bulunsa da, Çorûmi bu noktaya temas etmez. Şîa’nın Ümeyyeoğulları ve tabilerini tekfir etmelerinden dolayı Çorûmî, onların hilafeti konusunu dile getirir. Ona göre, tekfir çok ciddi bir meseledir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman gibi sahabenin ileri gelenleri bir tarafa, Hz. Ali ile muharebe eden Muaviye’ye bile dil uzatmamalıdır. Ancak, Yezid konusunu ayrı olarak değerlendirir ve onunla ilgili değişik görüşlere temas ederek, sonucu okuyucuya bırakır.

Çorûmî Ehl-i Beyt sevgisi ile doludur. Ancak, Ehl-i Beyt adına, diğer sahabeye ve onların sevenlerine buğz edilmemesini ister. Bu hususta, kendisine katıldığımızı ifade edebiliriz. O, Hz. Ali’nin Allah tarafından hilafete nasb edildiğine ve ondan sonra da hilafetin Ehl-i Beyt’in dışına çıkmayacağına ilişkin Şîa’nın ileri sürdüğü delilleri ciddi tenkit ve tahlile tabi tutar.

Çorûmî, yetmiş üç fırka hadisinin sıhhati konusunda hiçbir değerlendirme yapmaz. Onun doğruluğunda bir tereddüdü yok gibidir. Bundan dolayı da, hadisteki Fırka-i Naciye’nin dışındaki yetmiş iki fırkayı, bazı Mezhepler Tarihi yazarlarının yaptıkları gibi verilen rakamı asıl kabul eder. Bundan dolayı da, bu fırkaları kendi aralarında yedi ana gruba ayırır.” (S,255-258)

 

Mehmed Zahih Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı: 288 / Kasım 2014

___________________

(1) Hadis Terimleri Sözlüğü, Prof. Dr. Talat Koçyiğit

(2) İlyas Üzüm, İslâm Ans. Mezhep Mad.

(3) Mehmed Efendioğlu, İslâm Ans, Sahabe Mad.

(4) Yusuf Kerimoğlu, Devlet ve Siyaset, Şia