Önsöz
Siyaset düşüncesinin farklı boyutlarıyla ele alındığı siyaset edebiyatı türlerinden biri olan siyasetnâmeler, daha çok adalet kavramı etrafında şekillenen eserlerdir. Başta devlet başkanı olmak üzere, devletin yönetici kadrosu içinde yer alan herkese hitap eden bu nasihat kitaplarında, en başta adalet duygu ve düşüncesinin yerleştirilip pekiştirilmesine yönelik tavsiyeler yer alır.
Siyasetname türü, genellikle ahlâk kitapları içinde yer aldığı için, adalet yanında danışma, eşitlik, cömertlik, doğruluk ve merhamet gibi yöneticide bulunması istenen ahlâki özellikler üzerinde de ısrarla durulur.
Kitapta bir giriş ve siyasetnamelerin genel özelliğini gösteren bir bölümden sonra, İslam'ın ilk dönemlerinden Osmanlı Devleti'nin son zamanlarına kadar tespit edilen iki yüz elli civarındaki siyasetname kitabından elli tanesini tanıtılmıştır.
![]() |
İktidar ve Adalet |
Siyaset ve Siyasetnâme
Sahabe devrinde Müslümanlar ilimle Allah'ı, Kur'an'ı ve Allah'ın kullar üzerindeki haklarını bilmeyi kastederlerdi. Kur'an'ı iyi anlayıp bilen de âlim sayılırdı. Fakat fetihler ve gelişen ticaret sonucu Müslümanların değişik coğrafyalarda yaşayan insanları ve onların geliştirdikleri ilimleri tanımaları, başka dillerden Arapçaya yapılan çeviriler gibi nedenlerle zaman içinde Müslümanların ilim anlayışlarında da değişiklikler oldu. İlk İslam filozofu sayılan Kindi'den (ö. 866) itibaren ilimlerin nazari (teorik) ve ameli (pratik) olarak iki ana gruba ayrıldığını görüyoruz.
Siyaset, bu genel tasnifte pratik ilimler içinde yer alır. Pratik ilimlerin sıralanmasında da metodik bir tasnif yapılır. Buna göre, önce birey ele alınır ve onun için gerekli olan ahlâk ilmi ilk sırada gösterilir. Sonra bireylerin oluşturduğu en küçük topluluk birimi olan aile için ev idaresi (Tedbirü'l-Menzil: Ekonomi) ilmi, en son olarak da ailelerden meydana gelen şehir ve onun ilmi olan politika (siyaset) ilimler tasnifinde gösterilir. Burada yer alan pratik ilimlerin düşünürler tarafından nasıl uygulamaya konulduğunu şu şekilde görebiliriz: Faziletleri ve bunun zıddı olan reziletleri öğrenmek konusundaki fayda bir kişiyi ilgilendiriyorsa, buna ait ilim ameli ilimlerin bölümlerinden olan ahlâk ilmidir. Eğer bu, bir evde müşterek olan aile fertlerini ilgilendiriyorsa, buna ait ilim tedbirü'l-menzil yani ev idaresi veya ekonomi: bir medeniyette müşterek olan topluluğu ilgilendiriyorsa, buna ait ilim de siyaset veya tedbirü'l-müdündür. Tedbirü'l-menzil, aileye ait hükümlere, tedbirü'l-müdün ise devlet yönetimine ilişkin hükümlere aittir.
Şu halde düşünürler, bireyin ahlâki gelişimini ancak toplum içinde gerçekleştireceğine inanırlar. Siyaset de genel anlamda ahlâk ilmi içinde değerlendirilir. Bu bize kişisel ve aile ahlâkı yanında bir de toplum veya devlet ahlâkı bulunduğunu gösterir.
İslam dünyasında ahlâk, bu saydığımız bütün alanlarıyla büyük bir öneme sahiptir ve her alan için sayısız kitaplar yazılmıştır. Siyasetnâmeler de, bu dalda yöneticiler için yazılmış özel bir tür oluşturur.
Arapça bir kelime olan siyaset, vali (yönetici) ve hâkim olmak anlamındadır. Mütercim Asım, kelimenin aslında ‘gereği gibi bakmak ve ıslah konusunda bir nesneyi özenle görüp gözetmek’ demek olduğunu, daha sonra sorumluluk altındakilere koruyuculuk yaparak vali (yönetici) ve hâkim olmak anlamında kullanıldığını, bundan dolayı vali ve hâkime sâyis denildiğini ve atları timar eden bakıcıya da 'sâyis' adının verilmesinin buradan kaynaklandığını belirtir.
‘Siyaset’ kelimesine, Farsça mektup anlamı yanında kitap ve risale anlamlarına da gelen ‘nâme’ kelimesinin eklenmesiyle oluşan siyasetnâme, devlet adamlarına ülke yönetiminde yol gösteren, öğüt ve nasihat içeren eserler anlamına gelmektedir. İslam dünyasında, özellikle devlet yönetimi alanında, aksayan yönlerle ilgili olarak düşünür, ilim adamı ve deneyimli yöneticilerin zamanın hükümdarlarına, bu konularda tavsiye nitelikli eserler yazarak sunmaları bir gelenek hâlini almıştı. Her biri birer siyasetnâme olan bu eserler, aynı zamanda nasihatname veya nasihatü’l-mülûk adlarıyla da anılırlar.
Siyasetnameler, devlet yönetimiyle ilgili eserler olmaları dolayısıyla, genel olarak bütün güç ve yetkiyi kendi üzerlerinde toplayan hükümdarlar için kaleme alınmıştır. Dolayısıyla bu tür eserlerde asıl olarak hükümdarlarda bulunması gereken vasıflar belirtilir; saltanatın esasları ve şartları sıralanır. Zamanın anlayışına ve uygulamalarına göre en uygun devlet örgütünün nasıl olması gerektiği, bu amaca hangi yollardan ulaşılacağı gösterilir. Yönetimde kendisine yardımcı olan görevlilerin durumu, onların seçimi ve onlarla ilişkinin nasıl olacağı, halka nasıl davranılması gerekeceği konusunda, hükümdarlara usulünce tavsiyelerde bulunulur. Kötü yönetimin zararlı sonuçları açıklanır.
Kısacası siyasetnâmeler, İslam dünyasındaki siyaset anlayışını edebi, tarihi ve sosyokültürel açıdan bize aktaran önemli edebi bir tür olarak gelişmiştir. Pratik ilimler (ameli hikmet) içinde ele alınmaları, onların hayatın içinde, doğrudan pratik yaşamla ilişkili olmalarındandır. Bu yüzden de genel anlamda ahlâki eserler içinde değerlendirilirler. Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi, felsefi anlamda ahlâkın kişiyle ilgilenmesine, bireylerin pratik yaşamlarıyla ilgili kuralları içermesine karşılık siyaset, toplum ve toplumun örgütlenmiş hâli olan devletle ilgili kural ve davranış biçimleri üzerinde yoğunlaşır.
Bu eserler aynı zamanda, tarih boyunca İslam devletlerinin iyi çalışan veya aksayan kurumları, yükseliş veya çöküş dönemleri ile ilgili önemli bilgiler veren, bir bakıma tarihin yörüngesini belirleyebileceğimiz değerli tarih felsefesi kitaplarıdır.
Siyasetnamelerin Değeri ve Özellikleri
İslam dünyasında siyasetnâme özelliği taşıyan nasihatlerin ilk örnekleri, yönetimin daha üst katında bulunanların astlarına verdiği öğüt ve tavsiyelerden oluşmuştur. Burada ele aldığımız Hz. Ali'nin, hilafeti sırasında Mısır'a vali olarak atadığı Eşter bin Malik'e yazdığı mektupla Tahiriler sülalesinin kurucusu Tahir b. Hüseyin'in yine Mısır'a vali olarak atadığı oğlu Abdullah'a yazdığı mektuplar bu özelliktedir. Bu yöndeki siyasi nasihatler bir yana bırakılacak olursa, asıl olarak nasihatnameler, daha çok ulema ve deneyimli devlet adamları tarafından üstlerine yazılmış olan eserlerdir.
Şu hâlde İslam dünyasında yazılı siyasetnâme geleneğinden önce şifahi olarak bilinen ve anlatılan genel bir siyasetnâme bilgisi vardı. Literatür olarak siyasetnameler ise Arapçaya, sekizinci yüzyılda İbn Mukaffa'nın Hint kaynaklı Kelile ve Dimne'yi Pehleviceden Arapçaya çevirmesiyle ve yine İbn Mukaffa'nın kendi eserleriyle girmiştir. Daha sonraki siyasetnamelerde İranlı örnek kişi ve olayların anlatılmasının kökeninde bu vardır.
Ahkâmu's-Sultaniye ve Siyasetü'ş-Şer'iye Kitapları
Klasik İslam hukuk literatüründe ‘devlet yönetimiyle ilgili hükümler’ anlamında kullanılan ahkâmü's-sultâniyye kavramı, devlet başkanı, devletin esas teşkilatı, idari, mali, kazai yapısı ve işleyişiyle ilgili hükümlere işaret ettiği gibi, adı geçen konuları ele alan hukuk dalına ve ilgili bazı eserlere de unvan olmuştur. ‘Klasik İslam hukuk sisteminde kamu hukuku-özel hukuk ayırımına yer verilmediğinden Batı hukukunda özel ve kamu hukuku alanına giren konular fıkıh kitaplarında ‘münâkehat’ (aile hukuku), ‘muamelât’ (borçlar, ticaret ve usul hukuku), ‘ukubat’ (ceza hukuku) ana bölümleri altında veya tâli bölümler halinde ele alınıp incelenmiştir. Bununla birlikte, devletin esas teşkilât ve idaresiyle ilgili hükümler, birbirleriyle olan yakın ilişkileri ve pratik hayatta duyulan ihtiyaç sebebiyle sonraları beraber ele alınıp incelenmeye başlanmış ve bu konuya dair müstakil eserler meydana getirilmiştir.’
Devlet başkanlığı ve vezirlik yanında esas teşkilât ve idare hukuku, mali hukuk ve arazi hukuku, adli teşkilat ve usul hukuku, ceza ve harp hukukuyla ilgili konuları bir bütün hâlinde ele alan ‘ahkâmü's-sultaniye’ türünün ilk örneği, her ikisi de el-Ahkâmü's-sultaniyye adını taşı yan Ebû'l-Hasan el-Mâverdi (ö. 450/1058) ile Ebû Ya'la el-Ferrâ'ya (ö. 458/1066) aittir.
Siyasetü's-şeria kitapları ise, doğal olarak Müslüman devlet yöneticisinin, yönettiği topluluğun yararına olacak şekilde, dinin ilkelerine ters düşmeyecek düzenlemeleri ve bu çerçevede ne gibi uygulamalar yapacağını ele alan eserlerdir.
Esas olarak halkın dirlik ve düzeni için gerekli görülen ilişkiler ve cezalar konusundaki düzenlemeleri konu alan siyasetü'ş-şer'iye kitapları, ahkâmü's-sultaniye türünün daha çok fıkıh özellikli olmasına karşılık, kelam özelliklidir. Bu türün en tanınmış eseri ise, İbn Teymiyye'nin aynı adı taşıyan Siyâsetü'ş-Şer'iyye fi Islahi'r-Râî ve'r-Ra'iyye adlı eseridir.
Devlet Başkanı İçin Nasihatler
İran, Hint ve diğer Ortadoğu ve Uzakdoğu ülkelerinde eski çağlardan beri üretilen siyasetnâme ya da nasihatnameler, İslami dönemde daha da yaygınlaşarak artmıştır. Bu tür eserler İslami dönemde siyasetnâme yani hükümdarlar için nasihat yazıları olarak adlandırılır ve Osmanlı Devleti'nin sonlarına kadar devam eder. Batı'da da Hükümdar Aynası (Mirror of Prince) adıyla aynı geleneğin sürdüğü görülür.
Siyaset: Teori ve Uygulama
Özellikle klasik dönemde İslam dünyasında, pratik olarak büyük devletler kurulması ve yönetilmesine karşılık, teorik anlamda kendine has bir ‘siyaset düşüncesi’nin oluşmadığı, modern zamanlarda ise bütünüyle Batılı şablonlar çerçevesinde gelişen siyaset teorileri ve anlayışı doğrultusunda çalışmalar yapıldığı için, gerçekte de böyle bir düşüncenin bulunmadığı şeklinde genel ve yanlış bir kanaat oluşmuştur. Bizim dışımızda oluşan Avrupamerkezci propagandalara dayanan bu düşüncenin modern zamanlarla ilgili bölümü tartışmasız bir gerçeği ifade ediyor. Cumhuriyetle birlikte girdiğimiz Batılılaşma sürecinin bizi, özgün bir siyaset teorisi geliştirmekten uzaklaştırdığı inkâr edilemez. Türk siyaset pratiği geçmişin deneyimlerini göz ardı eden bu şablona dayalı teoriler çerçevesinde şekillendiği için, Türkiye'de yapılan siyaset, olması gereken özgün bir siyaset özelliği taşımamaktadır. Ancak düşüncenin ilk kısmı yani kendine has bir siyaset düşüncesi geliştirilemediği konusu, bu hâlihazır durumun arkasına sığınılarak ve ondan güç alarak yapılan büyük bir iftira ve aldatmacayı ifade eder.
İslam tarihinin düzeyli bir incelemesi, her biri dünyanın en geniş topraklarına sahip ideal büyüklükteki Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devletleri gibi büyük yapıların, geçirdikleri badirelere rağmen uzun yaşam süreleri dikkate alındığında, sağlam siyaset düşüncesine sahip birer devlet özelliği taşımadan bu şekilde ayakta kalmalarının düşünülemeyeceğini ortaya koyar. Devlet yönetimi ve felsefesi yanında, bu teorik düşüncelerin devlet yapılanmasına ve kurumsal işleyişe yansıması da bu düşüncenin sağlamlığını gösteren delillerdir. Bunlar, İslam dünyasında geniş imparatorlukların, köklü ve sağlam devlet yapılarının oluşması yanında, aynı büyüklük ve derinlikte siyaset düşüncesinin de doğmasına ve gelişmesine, bu konuda dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmayan geniş bir literatürün oluşmasına neden olmuşlardır.
Farklı dönemlerde, İslam toplumunun değişik kesimlerinde ve değişik düşünceye sahip çevrelerinde, farklı içerikteki sorunlar dolayısıyla siyaset alanındaki görüş ayrılıkları ve çekişmeler bu literatürün gelişmesini ve genişlemesini sağlamıştır. Süren bir iktidarın ayakta durmasını isteyenler yanında, onu değiştirmek isteyenler, İmamet veya Hilafet sorunları, bu konularda sonu gelmez tartışmalara neden olmuş ve her kesim kendi haklılığını ispatlamaya çalışan eserler kaleme almışlardır. Bunlar içinde, özel olarak başta hükümdarlar olmak üzere, vezir ve sadrazamlarla diğer devlet görevlileri için yazılan tavsiye ve öğüt kitapları, adına siyasetnâme denilen başlı başına bir tür oluşturmuş ve sadece bu türde yüzlerce kitap yazılmıştır. Bu eserlerin kimi zaman, ideal devlet yönetiminin nasıl olması gerektiği konusunda düşüncelerini belirten bir filozof tarafından yazılan teorik bir eser, kimi zaman önde gelen bilgin bir kişinin toplumda gördüğü eksiklikleri tamamlamak için yazdığı ahlâk kitabı, kimi zaman da bir vezir veya daha aşağı seviyeden devlet görevlisinin, düşünürün veya önde gelen bir ilim adamının hükümdara sunduğu tavsiye veya öğütlerden oluştuğunu görüyoruz.
İslam dünyasında başlı başına bir ilim dalı olarak ortaya konulan siyaset üzerinde bir düşünce geliştirilmediğini, dolayısıyla Müslüman dünyada bir siyaset düşüncesinin oluşmadığını söyleyen oryantalistlerin yanında, kendileri hakkında söylenen bu yanlı ve kasıtlı sözlere inanan İslam dünyasına mensup kimselerin bulunması da ayrı bir üzüntü nedenidir. Hakkında sayısız eser yazılmış, büyük ve sonu gelmez tartışmalara yol açmış bir alandaki bu bilgisizlik, o kimselerin konuya kayıtsızlığını göstermektedir. Büyük bir gelenek içinde, farklı ekollerce formüle edilen ve hiçbir zaman göz ardı edilmeyen bir bilim dalının düşünce yanı görülmeden, onun sadece pratik amaçlarla yaşatılan bir gelenek olduğunu ileri sürmenin gerçekle ilişkisi olamaz.
Bugün üniversitelerimizde okutulan devlet felsefesi derslerinde, İslam düşünce çevresinden sadece birkaç düşünürden başkasının adının bile anılmaması, kendi zengin öz mirasımız hakkındaki bu ihmal yüzündendir.
Rosenthal, siyasetnâmelerin siyaset sanatı açısından önemli oldukları hâlde, siyaset teorisi bakımından daha az değer taşıdıklarını söyler. Bu yargı ancak belirdi ölçüde doğruluk payı taşır. Çünkü İslam siyaset anlayışı, odağında insanın bulunduğu bir siyaset uygulamasıdır. Burada teorinin pratik tarafından belirlenmesi söz konusudur. Oysa Batılı siyasi anlayışlar daha çok teoriden yola çıkarlar ve pratiğe bu yolla ulaşmaya çalışırlar ki, bu da daha çok ütopyaların ortaya çıkmasıyla sonuçlanır.
Siyasetnamelerin Genel Yapısı
“Siyasetnameler, genel yapı olarak, ahlâk kategorisi içinde değerlen dirilen, yukarıda da söylendiği üzere, toplum ahlâki konularını içeren eserlerdir. Yazarları verecekleri mesajı, en başta Kur'an ayetleriyle, ikinci olarak Hz. Peygamber'in hadisleriyle ve sonra da tarihi olaylar ve çeşitli hikâyeler yoluyla vermeye çalışırlar. En başta ele alınan konu, toplumun düzeni ve sürekliliği için başta bir liderin bulunması gerekliliğidir. Bu lider ‘çoban’ figürüyle somutlaştırılır. Hz. Peygamberin ‘Hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz’ hadisinden yola çıkılır. Çoban olarak da anlamlandırılan Arapça rai kelimesi, asıl olarak geniş çağrışımlara sahip bir kelimedir. Açıkça görüldüğü üzere en başta ‘sorumluluk’ anlamı ifade eder. Yani her insan sorumludur: Baba ve ana çocuğundan, öğretmen öğrencisinden, muhtar mahalle veya köyünden, devlet başkanı da ülkesinden... Buradan yola çıkarak, hükümdarın, bu sorumluluğunu en iyi şekilde ve sorumlu olduklarını en memnun edici biçimde yerine getirmesinin şartları gösterilir. Örneği, her sorumluluk sahibi eğer kendisine itaat edilmesini istiyorsa, bu konuda kendisi de Allah'a itaat ederek sorumluluğu altındakilere örneklik yapacaktır.
Bütün siyasetnamelerde üzerinde durulan halka karşı iyi davranma, cömertlik, merhamet, içkiden sakınma, öfkesini tutma, soğukkanlılık gibi özellikler, devleti yönetenlerin, iktidarın temel taşlarından biri olan halka zarar vermemek için, en başta kendisini kontrol etmesine yönelik şartlardır. Özellikle İslam'da önemli bir yere sahip olan bu durum ‘hükümdar ilk önce kendi nefsinin hükümdarı olamazsa, başkaları için uygun bir hükümdar olamaz’ şeklinde formüle edilmiştir.
‘Rai’ kelimesinin bir diğer anlamı da ‘görmek ve gözetmek’tir ki, bu en başta halk olmak üzere devlete ait her konunun, yöneticiler tarafından gözetilme yükümlülüğünü ifade eder. Siyasetnâme yazarları her zaman devlet için ideal olanı göstermeye çalışmışlar; bunun için devlet başkanının, vezirlerin ve diğer devlet görevlilerinin hangi özellikleri taşımaları gerektiği, devlete ait işlerin nasıl yürütüleceği konusunda nasihat yollu bilgiler vermişlerdir. ‘Bu tip eserlere umumiyetle Nasihatü’l-mülûk denir. Farabi'nin el-Medinetü'l-Fadıla, Siyasetü'l-Medeniye; Gazzali'nin Nasihatü'l-Mülûk; Maverdi'nin el-Ahkâmü's-sultaniye; Nizamü'l-Mülk'ün Siyaset-name adını taşıyan eserleri, bu vesile ile zikredilebilir. Bu gelenek Osmanlılar zamanında da devam etmiştir.”
Nasihatname, Islahatnâme, Adaletname, Layiha
“Siyasetnâmeler yanında, Osmanlı siyasi düşüncesinin incelenmesin de en önemli kaynaklar olarak devlet adamlarına yol göstermek üzere yazılan bir diğer eser türü de ıslahatnâmedir. XVI. asrın sonlarından itibaren Osmanlılar döneminde kaleme alınmaya başlanan ıslahat lâyihaları, her ne kadar klasik siyasetnâmelerden üslûp ve kaleme alınış biçimi bakımından ayrılırlarsa da, sonuçta aynı amaca hizmet ederler.
İşlerin yolunda yürüdüğü bir devlet içinde, bu iyi gidişin sürdürülebilmesi ve ileride çıkması muhtemel bir çürümenin önüne geçilebilmesi için yazılan siyasetnâmeler yanında, özellikle Osmanlı döneminde 16. yüzyılda başlayan çözülme ve gerileme belirtileriyle birlikte devlet büyüklerine sunulmak üzere ıslahat risaleleri yazılmıştır. Gelecek bölümlerde görüleceği üzere bu risalelerde genel konu, ‘Osmanlı klasik dönem kanunlarına uyulmadığı, ordu, mâliye, timar rejimi kargaşa dönemi, 'ahvâl-i âleme halel' geldiği şeklinde ifade olunmuştur.’ Bu tür eserlerde ortak olarak İmparatorluk düzeninde ‘tegayyür’ (bozulma) ve ‘fesad’ (kargaşa) daha 16. yüzyıl sonundan itibaren başlamıştır. Yazılan eserlerde, bu bozuluş ve kargaşanın doğrudan iç nedenlerine değinilir. Ama kuşkusuz bunların, değişen dünya şartlarında dış nedenleri de vardır. S.26
Layihalar ise daha çok hükümdarın talebi üzerine, belirli konularda yapılması gereken düzenlemelerle ilgili olarak, o konuda sözü dinlenebilecek kişilerden istenen görüş ve önerilerden oluşmaktaydı. S.27
Bunlara ayrıca İslam dünyasında önemli bir gelenek olarak süren ve Kanuni devrinin son yıllarından itibaren de sayısında artış görülen, hükümdarların, gördükleri bozuklukları düzeltmeye yönelik olarak çıkardıkları emir ve fermanları da eklememiz gerekir. Bu anlamda çıkartılan adaletnâmeler, müesseselerdeki bozuklukların düzeltilmesi için gösterilen çabaların bir ürünü olarak siyasetnâme-nasihatname geleneği içinde değerlendirilebilecek belgeler olarak görülebilir.
Kökü eski İran imparatorluklarına dayanan, devlet ve hükümdar anlayışının en belirgin ifadesi olan adaletnâmelerde, ‘hükümdarın, bütün otoriteler, kanun ve nizamlar üstünde olan mutlak otoritesi, bir haksızlığı bertaraf etmek için en son tedbir olarak ortaya çıkar. Zira Orta-doğu devletinde eskiden beri mutlak otorite ile adalet arasında bağlılık bir temel prensip olarak kabul edilmiştir. Devlet, hükümdarın kuvvet ve kudretinden ve devletin gayesi de bu kudreti artırmaktan ibarettir.’ Osmanlı Devleti'nde ilk olarak 1595 yılında III. Mehmed'in tahta çıkışında Anadolu beylerbeyine, sancak beylerine ve kadılara gönderilen adaletname, ‘imparatorluğun içine düşmüş olduğu kargaşayı ve yaygın hale gelmiş yolsuzlukları, alışılmamış bir dille ifade eden ve aykırı hareket eden görevlileri şiddetli cezalarla tehdit eden bir adâletnâmedir.”
Kitapların Yazarları
Bu kitaplar, her şeyden önce İslam dünyasının yetiştirdiği seçkin düşünce adamları tarafından yazılmıştır. Ayrıca devletin üst görevlerinde bulunan devlet adamları ve bazen de sultanların kendilerinin, vârislerine yönetim tecrübelerini aktarmak için düşüncelerini yazarak bıraktığı eserler de vardır.
Siyasetname veya genel olarak siyasetle ilgili eser yazmış olanlardan bir kısmı, doğrudan siyasetin içinde yer alan, sadrazamlık, defterdarlık ya da divan kâtipliği gibi devlet idaresinin değişik kademelerinde görev yapanlardan oluşmaktadır. Ahkamü's-Sultaniye ve Siyâsetü's-Şer'iyye adlarıyla İslam siyasi görüşünün diğer iki kaynağı olan fıkıh literatürü içerisindeki, şer'i hükümlerin usulüne uygun bir şekilde adaletle uygulanması için eser yazan, ‘marufu emir, münkeri nehiy ilkesi uyarınca şeriatin toplumda yer etmesi ve devamını hedefleyen’ fıkıh bilginleri de önemli yer tutmaktadır. Özellikle İmamet/Hilafet meselesi çerçevesinde, imametin gerekliliği ve imam (devlet başkanı) seçimi konularında yoğunlaşan bir literatür içinde kelâmcıların tartışmalarıyla birlikte, siyasete, insanların saadete ulaşabilmeleri için gerekli erdemleri edinmesini mümkün kılan bir işlev yükleyerek onu daha geniş bir çerçevede ele alan felsefe literatürü içindeki filozofları da bunlara eklemek gerekir.
Kanun-ı Kadim
Osmanlı padişahlarının mutlak iktidar sahibi oluşları bazı yanlış değerlendirmelere neden olmuştur. Örneğin Max Weber tarafından hükümdarlık, ‘kanunlar üzerinde erk sahibi müstebit otokrasi’ olarak görülmüştür. ‘Fakat tarihi bir gerçektir ki, padişahın iktidarını, İslami şeriat, ataların koyduğu kanunnâmeler ve geleneksel adalet prensibi sınırlandırmıştır.’ Padişahın bu şekilde sınırlandırılmış mutlak otoritesi, gerçekte ‘tüm imparatorluk çatısını tutan kilit taşıdır.’
Burada ortaya çıkan Kanuni devri kanun ve nizamları, Osmanlı Devleti için bir kanun-i kadim özelliği taşıyor ve idealleştiriliyordu. Fakat çağdaş yorumcular bu idealleştirmeyi yanlış değerlendirmektedirler.
Kanun-ı kadim'i savunan Osmanlı aydınları, değerden düşmüş, anlamı kalmamış bir şeyin körü körüne muhafazasını savunmuyorlardı. Bununla amaçladıkları şey, toplumun köklü değerlerini bırakmadan, koruyarak yenilenmekti. Bu önemli kural, devletlerin ayakta kalmasını sağlayan temel özelliktir.
Nitekim kendi içine kapanarak başkalarını görmemek, özellikle gerileme dönemlerinde milletler için büyük zararlar getirmiştir. İslam dünyası, bir bakıma bu temel ilkeyi unuttuğu için büyük zararlar gördü. Klasik zamanların bir Müslümanı için frenk Avrupası, barbarlık ve inançsızlığın karanlığında bulunmakta idi. İslam'ın parlak dünyasının bunlardan öğrenecek ve korkacak bir şeyi yoktu. Bu görüş Ortaçağların sonlarına doğru yavaş yavaş geçerliğini kaybetmiş olmasına rağmen Ortaçağ Müslümanları tarafından, Osmanlılara da intikal ettirildi. Osmanlıların, Avrupalılar üzerinde kazandığı zaferler, bunu kuvvetlendirdi. XVI. yüzyılın sonlarından itibaren görülen gerileme karşısında bütün XVII. yüzyıl boyunca Osmanlı aydınlarının aklına Avrupa'dan örnek almak gelmemişti. Onlar, hala kendilerinin üstün olduklarına kani idiler. Yapmak istedikleri bütün mesele, devlete Kanuni devrinde hâkim olan kanun ve nizamların tatbik edilmesini istemekten ibaretti. Günümüzde, bir milletin kendini kendi özüne bağlı kalarak yenilemesi yerine, göreceli bir gelişme sağlamış olan başka milletleri taklit etmeleri gerektiği şeklindeki yanlış kanı yüzünden, bu önemli ilke dikkate alınmamaktadır. Osmanlı döneminde ise, bozulan düzenin yeniden onarılması için kendisi dışında bakılacak ve örnek alınacak bir devlet görülmüyordu. Sarsılan düzen için sebep olarak, devletin güçlü olduğu zamanlara atıf yapılarak, konulan eski yasaların (kanun-ı kadim) terkedilmesi ve unutulması gösteriliyordu. Coşkun Yılmaz bu konuda şunları söylüyor:
‘Gelinen sürecini, ‘Kanun-ı Kadim'den Nizam-ı Cedid'e’ şeklinde yorumlamak mümkündür. Bu gelişme, tesirleri açısından günümüzü yakından ilgilendiren ve yaklaşık 200 yıl devam eden bir süreçte gerçekleşmiştir. İlk defa İbrahim Müteferrika tarafından 1730'da kullanılan nizam-ı cedid kavramına kadar, Osmanlı aydın ve bürokratlarının gelişmeler karşısında ileri sürdükleri kavram kânûn-ı kadimdir. Bu kavram Osmanlı siyasi sisteminde, temel olarak bir dünya görüşünü, klasik Osmanlı sistemini ve geleneğini ifade etmektedir. Islahatname yazarları için meçhul bir gelecek ve muhtevası belirsiz bir söylem değil, hakikattir. Bilakis bilinen ve tecrübe edilmiş bir geçmiş, tesis edilmiş bir gelenektir. Siyasi, sosyal, iktisadi, idari ve fikri bütünlüğünü ve uyumunu tesis etmiş bir toplum ve siyaset tasavvurudur. Nizâm-ı cedid ise, ‘yabancı ve düşman’, aynı zamanda ‘meçhul’ ve bünyeye uyması tartışmalı bir gelecektir. Bu geçiş, bir anlamda iç ve dış dünyadaki gelişmelerin zaruri neticesi olarak değerlendirilirken, diğer taraftan Osmanlı sosyal psikolojisinde, kendi sistemlerine bakıştaki değişim ve tereddüdü ifade etmektedir.”
Adalet (İktidar) Çemberi
“Adalet çemberinin (dairesinin) tarifi şudur: Adaletle korunan halk, reaya, adalet sayesinde daha çok üretir, böylece vergi kaynakları gelişir, hükümdar güçlü olur, güçlü hükümdar kötülükleri önlemede, adaleti yerine getirmede etkin olur. Reaya, üretim yapan sınıflar, köylü, tüccar, şehir esnafı iyi korunmaya kavuşmuş, hükümdar da bol bir hazine sayesinde güçlü bir idare ve ordu kurmuş olur.’
Bu dairenin bir yerinde meydana gelen bir aksaklık bütün çemberi etkiler. Nitekim Osmanlı Devleti'nin gerilemeye başladığı dönemden itibaren adaletsizlik, köylülerin toprağı terk etmesine neden oluyor, bu da gelirlerin azalmasına yol açıyor, sonuçta paraya bağlı olan devlet, kendisini ayakta tutan askeri besleyemeyecek duruma düşüyordu. Dolayısıyla devletin sürekliliğini sağlayan iyi bir yönetimle adalet anlamdaş hale geliyordu. Adalet çemberini sağlam tutan bir devlet başkanı, iktidarını da güçlü tutmuş oluyordu.”
Savaş ve Diplomasi
“Siyasetnâmelerde dikkat çeken konulardan bir tanesi de, anlaşmazlığa düşülen bir devletle hemen savaş yoluna gidilmemesinin öğütlenmesidir. Çünkü ‘harp ve harbin sonunda meydana gelecek kötülükler, idrakin dışındadır...’ Birçok siyasetnâme yazarı, savaşın yol açacağı zararların sayısız olduğunu, bu yüzden de anlaşmazlıkların savaş yerine diplomatik yollarla çözülmesi önermişlerdir.”
Din ve Devlet Kardeşliği
“Hemen bütün siyasetnâmelerde bir hadis-i şeriften yola çıkılarak din ve devletin ikiz kardeş olduklarına yer verilir. Bir anlamda bu dikkat çekme, otoritenin bölünmezliğini ifade etmektedir. Çünkü yaşanan ve görünen bir gerçek olarak Hıristiyan dünyadaki Papa-İmparator çatışması gözler önündedir. Bu, Hıristiyan dünyanın en büyük çıkmazlarından biri olan din (kilise) ve devlet arasındaki ihtilafı göstermektedir. İslam'da böyle bir çatışma olmamıştır. Bu çatışmanın doğurduğu zararlar Hıristiyanlar üzerinden bilindiği için, daha Hz. Peygamber zamanında bu çatışma ve ihtilafın önüne geçilmiştir. Siyasetnâmelerden bu konuda birkaç örnek verecek olursak, Gazzali hep tekrarlanan ‘Din ile sultan ikiz kardeştir’ sözüyle din-devlet beraberliğine bir kez daha dikkat çeker ve dinin esas, sultanın ise koruyucu olduğunu söyler.”
Sosyal Yapı Anlayışı
“Daha önce kadim İran imparatorluklarından Abbasiler kanalıyla İslam dünyasına geçen ideal devlet yapısında dört önemli sosyal sınıf vardır. İdeal devlet yapısını savunan siyasetnâme yazarları, toplumun sağlıklı yürüyebilmesi için bu sınıflar arasındaki geçişliliği kabul etmezler. Her sınıf, kendi görev alanı içinde kalmalıdır. Böyle bir sınıf anlayışı, aynı zamanda sosyal barış ve refahın da temeli sayılır. Kâtip Çelebi bu dört sınıfın önemini, insan vücudunu oluşturan dört temel sıvıya benzeterek anlatır. İnsan vücudunu oluşturan dört temel sıvı gibi, toplum da dört temel unsur üzerinde durur: ‘İnsan bedeni, dört unsur doğasında olan dört sıvının (ahlât-i erbaa) birleşip kaynaşmasıyla oluşan duyumlar ve güçler aracılığıyla meydana gelmiş olup tasarruf ve yönetim dizgini ruhun (nefs-i nâtıka) eline verilmiştir. Aynı şekilde toplum da, dört unsurun birleşip kaynaşmasıyla meydana gelmiş, duyum ve güçlere tekabül eden devlet ileri gelenleri aracılığıyla, yönetim ve tasarruf dizgini ruh konumunda olan sultanın yetkisine verilmiştir. Dört unsur dediğimiz, ulema, asker, tüccar ve reayadır.’
Bu tabakalardan reâya, mal ve servet üretir, devlete vergi verir. Reaya ‘Sözlükte sığır, koyun sürüsü anlamına gelen raiyye/raiyyet kelimesinin çoğuludur. İslam dünyasında yönetici konumundaki askeri tabaka ile ulemânın dışındaki vergi mükellefi halkı ifade eden bir terim olmuş, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti'ne haraç ödeyen gayri müslim tebaa içinde kullanılmıştır.’ Kelimenin ‘sürüleri otlatmak, hayvanları yaymak’ anlamı yanında, ‘birinin çıkarlarını gözetmek’, ‘bakmak’, ‘sahip çıkmak, mukayyed olmak’, ‘birinin sorumluluğunu üstlenmek’ gibi anlamları da vardır. Hemen bütün Doğu kültürlerinde ‘sürüsüne nezaret eden çoban’ şeklinde tasavvur edilen hükümdar sembolü için kullanılan bu kelime, İslam dünyasında da benimsenerek kullanılmıştır. ‘Zamanla reâyâ, toplumun yönetici ve üst sınıflarını oluşturan kalem ve kılıç ehlinin dışında vergiye tabi esnaf ve çiftçileri ifade eden bir kavram hâline gelmiştir.’
Kelime anlamıyla ‘râi’nin gözetici, ‘raiyye’nin de gözetilen anlamına geldiğine dikkat çeken Tahir b. Hüseyin, yöneticinin işinin gözeten olarak gözetimindekilerin işlerini düzene koymak olduğunu belirtir. Turtûşi de kelimenin ‘riayet etmek’ anlamına vurgu yapıyor. ‘Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz’ hadis-i şerifini aktardıktan sonra, toplumda herkesin kademeli olarak idare eden ve idare edilen olduğunu, başkasının hakkını gözetme konumundaki herkesin, gözettiği şeyin çobanı olduğunu belirtiyor ve ‘rai’ kelimesinin ‘riayet’ anlamını öne çıkarıyor. Dolayısıyla yönetici konumunda olanın yönettiklerinin haklarına mutlaka riayet etmesi gerektiğine dikkat çekmiş oluyor.
Ümera olarak da bilinen ‘Seyfiyye’ (ehl-i örf ) zümresi, doğrudan padişahın otoritesini temsil eden asker ve yöneticilerden oluşmaktaydı.
Bunların içerisinde padişahın mutlak vekili olan sadrazam en önemlileridir. Bu zümrenin temeli devşirme ve timar sistemine dayanmaktaydı.
Devlete yaptıkları hizmet karşılığında dirlik alırlardı. Divan-ı Hümayun da bu zümreyi, sadrazam, kubbealtı vezirleri, kaptan-ı derya ve yeniçeri ağası temsil ederdi. Görevi, reâyayı adaletle yönetmek ve her türlü zulümden korumaktır. Siyasetname yazarlarına göre yaklaşık olarak 1580 yılından sonra devlet otoritesi yok olmaya başladığı için, reaya baskı ve yağma altında ezilmiştir. Konulan aşırı vergi yüzünden geçimini sağlayamayan veya kargaşa dönemlerinde kendini güven içinde hissetmeyen halk, kendisine tapulanan tahıl veren toprağını bırakıp kaçıyordu. ‘Anadolu'da kargaşa döneminde, özellikle Celâli eşkıyalarının yağma döneminde, köylü dehşet içinde toprağını bırakıp şehirlere veya daha güvenli komşu memleketlere kaçıp sığınma yolunu seçmiştir. (...) IV. Murad (1623-1640), Revan Seferi'ne giderken Anadolu'yu baştanbaşa harap hâlde görmüştü.’
İlmiye zümresi, kazaskerler, kadılar, şeyhülislam ve müderrislerden oluşmaktaydı. Tedris (eğitim), kaza (yönetme ve hüküm verme, yargı, adalet), ve ifta (fetva-yapılan işlerin dine uygunluğu) gibi önemli görevleri yürütürlerdi. Divan-ı Hümayun'da bu zümreyi, kazaskerler ve şeyhülislam temsil ederdi.
Kalemiyye (ehl-i kalem), devletin en üst bürokratlarından oluşan zümreye verilen isimdir. Çalıştıkları yerlerde usta-çırak ilişkisi içinde yetişirlerdi. Devlet içerisindeki ve dış ilişkilerdeki tüm yazışmalar bu zümre tarafından yürütülürdü. Divan-ı Hümayun'da bu zümreyi, defterdar, nişancı ve reisü'l-küttap temsil ederdi.
Tüccar sınıfı ise, ticaretle uğraşan ve devlet için değer üreten sınıftır. Kınalızade bunları ‘meşakkatli seferlere çıkıp uzak mesafelerden mal getirerek insanların geçimlerini sağlarlar’ diye tanımlar. Yine aynı çerçevede değerlendirdiği ‘sanat erbabı’ ise, ‘gece gündüz çalışır, sanat ve zenaat için gerekli olan malları temin eder. İnsanlar bunların çalışmaları sayesinde ihtiyaçlarını karşılar.’ Bu sınıflar, bir devlet içinde yaşayan halkın üstlendiği görevler açısından göz önünde bulundurulmuşlardır. Yoksa kast sistemi gibi insanların doğuştan getirdikleri ve bir başka kasta geçemedikleri sınıflar anlamı yoktur. Bu anlamda bir sınıf anlayışı İslam'da daha en başta yasaklanmış, insanların bir tarağın dişleri gibi eşit oldukları belirtilmiştir. Daha sonraki statülerini çaba ve yeteneklerine göre elde ederler.
Siyasetnâmelerin Ortak Konular
Siyasetnameler, konuları bakımından ortak özellikler taşıyan yöne timle ilgili eserlerdir. Bunlar, devlet yönetiminde idarenin başında bulunanlar için olmazsa olmaz özelliklerdir. İnceleme konusu yaptığımız siyâsetnamelerde işlenen belli başlı ortak konuları ve bu konuda söylenenlerin bir kısmını aşağıda göstereceğiz.
1- İdeal bir yöneticiye duyulan ihtiyaç
‘Bir grup dokuzuncu yüzyıl mutezile düşünürü, imamlığın yasal olarak zorunlu olduğu görüşünü reddediyorlardı. Namaz ve hac ibadetlerinin aksine, imamlık lüzumu kalmadığı zaman terk edilebilecek insan yapımı bir müesseseydi. Nazzam dışında hepsi, en azından mevcut şartlar altında imamlığın artık lüzumsuz bir kurum hâline geldiği düşünce sindeydi.’ Bu aykırı düşünceye karşı, özellikle Mâverdi'den itibaren devlet yönetimi üzerinde duran bütün ehl-i sünnet düşünürleri, devletin başında bir imam veya halifenin bulunmasının zorunlu olduğunu savunmuşlardır.
Genel olarak siyasetnamelerde, devletin başında bir yöneticinin bulunması gerektiği üzerinde ısrarla durulur. Bu konuda kimsenin kuşkusu yoktur. Ancak bu yöneticinin nasıl seçileceği konusunda kesin bir nas bulunmamaktadır. İşte İslam dünyasındaki siyaset üzerine düşünceler buradan itibaren başlamıştır. Dolayısıyla ‘klasik dönem İslam siyaset düşüncesi, daha çok devlet başkanlığı (Hilafet-İmamet) konusu üzerinde yoğunlaşmıştır.’
2- Adalet
Halkın durumunun ancak hak ile batılı birbirinden ayıran adalet sayesinde düzene gireceğini belirten Maverdi, halkına âdil davranmayan, zulmü adaletinden çok olan hiçbir devletin uzun süre ayakta kalamayacağını söyler. Maverdî, şu ünlü deyişi de bazı bilginlerden rivayet ederek aktarır: ‘Devlet, ilahî gerçekleri inkârcılık (küfür/kâfirlik) üzere devam eder; ama zulüm üzere devam etmez.’
3- Akıl ve akıl danışma (istişâre)
Seâlibî akıl danışmayı, siyasetin sacayaklarından ve mülkün dayanaklarından biri olarak görür. Akılların birleşmesinin görüşü güçlendirmesine Hz. Ömer'in şu sözünü örnek olarak verir: ‘Tek kişinin aklı ve bakışı, tek bir iplik gibidir. İki akıl, iki ayrı görüştür, sicime benzer. Üç akıl ise, sapasağlam bir urgana benzer.’
4-Cömertlik
“Abbasi Veziri Tahir b. Hüseyin, oğlu Abdullah için yazdığı mektupta cömertliği en değerli ibadet olarak tanıtarak ona şu öğütlerde bulunur:
‘Cömertliği kendine bir ahlâk edin, cömertlik yolunu kolay eyle. Cömertliği bir amel ve tutulacak yol bil. Ordunun divandaki alacaklarını dikkatlice incele, maaşlarını bolca vererek öde. Geçimlerini sağlama hususunda bir genişlik göster ki, Allah onlardan geçinme sıkıntısını gidersin. Böyle yaparsan sana daha kuvvetli destek çıkar, sana ve emirlerine kalpleri daha rahat olarak ihlâsla ve gönül huzuruyla itaat ederler.’ Tahir'e göre cimrilik ve pintilik, raiyyenin işlerini en fazla bozan nedenlerdendir. ‘Bilesin ki eğer haris olursan, çok mal alır, az atâ verirsin. Böyle olduğun durumda ise işlerinin önemli bir kısmı yolunda gitmez. Zira raiyyen sana muhabbetlerini sen onların mallarından el çektiğin ve onlara zulmetmediğin müddetçe sürdürür. Sana samimiyetle bağlı olan dostlarına izzet ve ikramdan geri kalma, pintilikten uzak dur.’
5- İstihbarat
Maverdi, hükümdarın, dolayısıyla devletin iyi bir istihbarata sahip olması gerektiği üzerinde geniş olarak durur:
Halkın her tabakasından durumlarını gözetleyecek, haberlerini araştıracak kimselerden casuslar tesbit et. Bilhassa zan ve töhmet mahallerinde bunu yap. Aynı işi sultanla çelişen kral ve vezirlerle, ona düşman olan muhalif güçler hakkında da yapmak gerekir. Ayrıca bu iş sürekli yapılarak ihmal edilmemelidir. Bu istihbarat işi gizli olarak yürütülmeli ve kendilerine güvenilen kimselere tevdi edilmelidir. Zira sağlam tedbir almak, iyi değerlendirmeler yapmak isabetli bir siyaset yürütmek buna bağlıdır.
6- Huzura girişi kolaylaştırmak
Maverdi, huzur ve saadetin sağlanması için, sultanın huzuruna girmeyi kolaylaştırmasını, gerekli şartlardan biri olarak sayar. ‘Kendi bekçi ve kapıcılarına, cülusu esnasında bir haber getireni, bir şikâyet te bulunmak isteyeni bekletmeden içeri alması için direktif vermelidir. Zira öyle haberler vardır ki, biraz gecikmesinde büyük fesat hâsıl olur. Öyleleri vardır ki, kaçırıldığı zaman telafisi mümkün olmayan zararlara yol açar.’
Şeyh Sadi'nin: ‘Hükümdarlar bazen selamdan incinirler. Bazen de bir sövmeye hil'at verirler’ sözü hatırlatıldıktan sonra şöyle deni yor: ‘Akıllı kimseler hükümdarları yakıcı ve ısıtıcı ateşe benzetmişlerdir. Nitekim ateşsiz, insan hayatı mümkün değildir. Soğuktan donmuş kimse ateşe yakın olmayınca kendine gelemez. Tıpkı bunun gibi hükümdarsız hayat olmaz ve zulüm sebebi ile titreyen kimseler, hükümdarsız sükûnet bulmaz ve ısınamazlar. Akıllı kimsenin orta bir yol tutması lazımdır. Hizmet görevine ne çok uzak tutulmalı, ne de fazla sevgi göstermelidir. Böylece selamete erer ve pişmanlıktan uzak kalır.’
Siyasetnâmelerde yer alan ortak konular elbette bunlardan ibaret değildir. Bunlara ek olarak bilgi, kararlılık, cesaret, ihtiyat gibi ele alınan daha birçok özellikten söz edilebilir.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 361 / Aralık 2020