Takdim
İmam Mâturîdî hakkında yapılan çalışmalar son dönemde güzel bir ivme yakalayarak günden güne artış gösteriyor olsa da hâlâ çalışılması gereken, üzerine eğilmeye değer ve müsait pek çok husus olduğu söylenilebilir. Hiç şüphesiz doldurulması gereken bu boşlukların başında, şimdiye değin son derece sınırlı bir şekilde muttali olduğumuz İmam Mâturîdî'nin hayatı ve eserleri konusu gelmektedir. Çünkü tarihten günümüze Müslümanların çok büyük bir bölümünün intisap ettiği bir mezhebin kurucu imamı olarak anılan büyük bir âlimin hak ettiği ölçüde tanınmıyor olması son derece üzücü bir durumdur. İslâm tarihinde böylesi müstesna bir mevkiye nail olmuş bir kişinin terceme-i hâline dair her bilgi kıymetli, onun talebeliği, hocaları, öğrencileri, dostları, seyahatleri, eserleri... muhtelif açılardan değerli ve önemlidir.
İmam
Mâturîdî |
Elinizdeki çalışma temas edilen boşluğu doldurmaya yönelik niyetin mütevazı bir mahsulüdür. Çalışmayı gerçekleştirirken, günden güne artış gösterdiğini belirttiğimiz araştırma ve yayınları tedkik ederek, tespit edilen her bilgiyi bir araya getirmeye gayret ettik. Bununla birlikte kendi araştırmalarımız neticesinde muttali olduğumuz pek çok yeni bilgiyi de çalışmamıza taşıyarak İmam Mâturîdî'nin hayatına dair kayda değer her bilgiyi meraklılarına sunan bir metin inşa etmeye çabaladık. Elbette iş burada bitmiş değildir. Biz bir taraftan İmam Mâturîdî'nin hayatı ve eserlerine dair şimdiye değin bilinenleri tartışıp bu bilgileri tahkik eleğinden geçirmiş diğer taraftan da yeni tespit ettiğimiz malumatları arz etmiş ve nihayetinde imama dair -şimdiye değin- en mufassal terceme-i hâli sunmuş olsak da itiraf etmeliyiz ki, daha doldurulması gereken çok boşluk mevcuttur.
Elinizdeki çalışma üç ana bölümden oluşmaktadır. “İmam Mâturîdî'nin Terceme-i Hâli” başlıklı ilk bölümde, imamın dünyaya geldiği muhit ve zaman diliminden, tahsil gördüğü müesseseden, hoca ve talebelerinden bahsedilmiştir. “İmam Mâturidnin Eserleri” başlıklı ikinci bölümde ise imama âit oldukları sabit olan, şüpheli olan ve ona ait olmadığı hâlde hatalı bir şekilde kendisine nispet edilen tüm eserler tanıtılmaktadır. “İmam Mâturîdî'nin İlmi Şahsiyeti” başlıklı son bölümde ise Ebû Mansur'un tefsir, fıkıh, hadis, tasavvuf, kelâm, felsefe şubeleriyle olan münasebetine dair özlü değerlendirmeler sunulmuştur. Bu bölümde bilhassa “Tasavvufî Yönü: Menâkıb-ı Ebû Mansur el-Mâturîdî” alt başlıklı kısım, bu büyük âlimden nakledilen pek çok hâdiseyi bir araya topladığı için yine onun terceme-i hâlinin önemli bir cüzü olarak değerlendirilmelidir. Çünkü bir taraftan kaynak kritiği diğer taraftan hayatına dair bildiklerimizle tahlilini yaparak sunduğumuz bu menkıbe ve anekdotların imama dair bakışımızı yenileyecek bir kıymete malik olduğu kanaatindeyiz.
İmâm Ebû Mansur el-Mâturîdî'nin Terceme-i Hâli
Ehl-i Sünnet'in iki kelâmî mezhebinden biri olan Mâturîdîyye'nin kurucu imamı olarak anılan İmam Mâturîdî'nin künye ve nesep bilgisinden oluşan tam adı, Ebû Mansur Muhamrmed b. Muhammed b. Mahmud b. Muhammed el-Mâturîdî es-Semerkandi el-Hanefi'dir (ö. 333/944). İmam, hemen tüm ömrünü geçirdiği ve bugün Özbekistan sınırları içerisinde kalan Semerkand şehrinin dış mahallelerinden Mâturid'de doğmuş olmalıdır. Semerkand o dönem bölgenin en önemli şehridir. Sâmânilerin ilk dönemlerinde de devletin başşehri olarak kullanılmıştır.
Sâmâni (M. 875-1005) idarecilerinin ilme ve ulemâya hürmet ve ihtimam göstermesi, bölgede ilmi hareketliliğin canlanmasına, bu hareketlilik içerisinde teşekkül eden farklı zümreleri bir arada barındırabilme gibi müspet gelişmelerin oluşmasına zemin hazırlamış, söz konusu hareketlilik ve müsamaha tavrı ise diger taraftan devlet içerisinde bid'at ve gayri dini zümrelerin kendilerine bir şekilde varlık alanı bulup, büyümelerine imkân sağlamıştır. Bölgede Mu'tezile ve Mürcie mezhepleri başta olmak üzere, kendisini Hanefilik ile irtibatlı gören ehi-i bid'at bazı itikâdi fırkalar bulunmaktadır. Buna karşın bölge halkının ekseriyetle Sünni olduğu bilinmektedir.
Bölgede Hanefi geleneği her bakımdan asli hüviyetiyle sürdürüp Mâturîdîliğin teşekkülüne kadarki vetirede tekâmül ettiren ilmi ekoller ise; Cüzcâniler, İyâziler ve Nesefîlerdir. İşbu aile ve ekoller içerisindeki pek çok âlim, İmam Mâturîdî'nin istifade ettiği hocalar arasında yer almış güzide şahsiyetlerdir. İmam Mâturîdî'nin hayatı hakkında bugün arzu edilen düzeyde kapsamlı bilgilerden mahrum olmakla birlikte, onun Semerkand'ın ilk medresesi olarak anabileceğimiz Dârü’l Cüzcâniyye'de, İmam-ı Â'zam'ın talebelerinden istifade etmiş kıymetli âlimlerden kurulu bir kadronun rahle-i tedrisinden geçtiği, hayatı hakkındaki sınırlı malumattan hareketle tespit edilen en önemli hususlardandır.
İmam Mâturîdî'nin İhmali ve Mâturîdî Mezhebinin Teşekkülü
İmam Mâturîdî’nin kurucu reisi olduğu kabul edilen Mâturîdî mezhebi, teşekkülünden günümüze varlığını kesintisiz olarak muhafaza etmiş, muhtelif coğrafyalarda her daim güçlü temsilciler yetiştirmiş hem mütekaddim hem müteahhir dönemde nitelikli eserlerin telifine ve kelâmî cephenin güçlenmesine vesile olmuştur. Lakin Mâturîdîyye adıyla anılagelen mezhebimizin teşekkül süreci, imamın vefatı akabinde süratli bir şekilde tamamlanmamış, mezhebi kimlik ancak bir asrı aşkın bir zaman sonra oluşmuştur. Mezhebin teşekkülünün gecikmesi ve İmam Mâturid'nin hayatı hakkında bilgi kısırlığı bulunmasından hareketle pek çok araştırmacı imamın ve mezhebin ihmal edildiğine yönelik istidlalde bulunmuştur.
İmam Mâturîdî bizce, aslında bölgede yaşayan kendi hocaları ve talebeleri başta olmak üzere pek çok âlimin de mustarip olduğu bir şekilde, o dönemde kaleme alınan eserlerin henüz ilmi dolaşıma girme imkânı yakalayamadan evvel bölgede cereyan eden elim hadiselerin gadrine uğraması ve çok büyük kısmının ileriki nesillere intikal edemeden zayi olması sebebiyle mecburen ihmal edilmiş görünmektedir. Çünkü o dönemden ve bölgeden bize intikal etme imkânı yakalamış hemen her çalışmada imama ismen, hayatı yahud eserleri üzerinden az-çok bir temasta bulunulması işbu kanaatimizi teyid ve te'kid etmektedir.
Mâturîdîyye mezhebinin teşekkülünün gecikmesinde bölgenin çalkantılı ahvali yanında zaman zaman nükseden zemmü'l-kelâm refleksi de tesirli olmuştur. Nitekim bazı karineler imamın hem talebelik hem de hocalık yaptığı Dârü'l-Cüzcâniyye'nin dahi 5.-6./11.-12. asırlara gelindiğinde bir hadis merkezine dönüştüğünü ve kelâm ilminin burada dahi terk edildiğini göstermektedir. İşbu sebeple İmam Ebû Mansur dönemi sonrasında bölgede sayısı giderek azalan kelâmcıların, kelâm ilminin meşruiyetini ve lüzumu temellendirmek ve müdafaa adına daha vurgulu yazılar yazdıkları görülmektedir. Tüm bu icbari ahvale rağmen Mâturîdîliğin bölgede bir asırlık zaman zarfında mezhepleştiği anlaşılmaktadır.
Aslında mezhebin tarihi varlığını yalnızca Mâturîdiyye tesmiyesinin bir kısım eserlerdeki mevcudiyetine bağlamak son derece hatalı bir bakış açısıdır. Mâturîdîlik bir mezhep olarak çok açık bir şekilde Ebû'l-Muîn en-Nesefî ve talebesi Alâeddin es-Semerkandi döneminde ve bilhassa onların yadsınamaz gayretleriyle istikrarını bulmuştur. Çünkü bütün eserlerinden görülebileceği üzere Nesefî için Ebû Mansur el-Mâturîdî, dengi bulunmayan eşsiz bir imamdır. Bu düşüncesinin tezahürü olarak imamı adım sıra takip etmeye gayret eder. Eserlerini okur, okutur. Tebsiratu'l-Edille, Kitâbü't-Tevhid'in lafzi değilse de manevi bir şerhidir. Eserin Tebsiratu'l-Edille fi Usûli'd-Din alâ Tarikati’l-İmâm Ebû Mansur el-Mâturîdî şeklindeki tam adı da bu hususu teyid etmektedir. Aynı şekilde Nesefî'nin Te'vilât ile yoğun mesaisi de malumdur. Nesefî ve Semerkandi sonrası mütekellimlerde İmam Mâturîdî'yi bu kadar öne çıkaran başka bir isim yoktur.
Görüşleri bakımından İmam Mâturîdî'nin tesiri mezhebin tüm âlimlerinde görülse de onun eser ve sözlerine sıkı sıkıya bağlı olma tavrında zirve Nesefî ve Semerkandi'ye aittir. Nûreddin es-Sâbûni dahi bu noktada onlara eşlik edemez. Onun ilmi anlamda rehberi, eser ve sözlerine bağlandığı isim Ebû'l Muin en-Nesefî'dir. Nitekim bu durumu, Fahreddin er-Râzi'nin el-Münazarâtta naklettiği “Ben, Ebû'l-Muin en-Nesefî'nin Tebsiratu'l-Edille kitabını okumuş, inceleme ve araştırma noktasında bu kitaptan başka bir şeye gerek olmadığı kanaatine varmıştım” şeklindeki ifadelerden açıkça görebiliyoruz. Nesefî'nin ardından gelen Semerkandi de imama karşı aynı ihtiramı gösteren ikinci isimdir. Bu iki ismin çalışmaları ile Mâturîdîlik bölgede her bakımından mezhebi kimliğini aslında oluşturmuştu. Geriye sadece teşekkülü kemâl bulan bu mezhebin şöhret kazanma süreci kalmıştı diyebiliriz.
Sa'düddin et-Teftazâni'nin (ö. 792/1390) Şerhu’l Makâsıd'ında yer alan Mâturîdîyye kullanımı, söz konusu tesmiyenin geniş bölgelere ve kitlelere intikaline vesile oldu. Tabi Mâturîdîyye isminin tedavüle girmesine rağmen kendisini Mâturîdî olarak anabileceğimiz/andığımız pek çok ismin belli bir süre daha bu adlandırmayı kendilerini tanımlamak için kullanmaya yanaşmadıkları, tercih etmedikleri görülmektedir. Mâturîdîyye isminin kullanımında görülen tehirin ardında, Mâturîdîyye olarak anılmanın Ebû Hanife'nin yolundan ayrılmak şeklinde anlaşılacağı ve böylesi bir yanlış anlamanın da Mur'tezile'nin eleştirisini zımnen tasdik etmek mânâsına geleceği endişesi yer almaktadır. Fakat Osmanlı ulemâsının, Hanefilik ile Mâturîdîlik özdeşliğini ısrarlı ve açık vurgulu kullanımları sonucunda bu endişelerin ortadan tamamıyla kaybolduğu görülmektedir.
İmam Mâturîdî'nin İlmî Şahsiyeti
A. Bir Müfessir Olarak İmam Mâturîdî
İmam Mâturîdî, kelâmî anlayışının temelini İmam Ebû Hanife'ye borçlu olduğu gibi, diğer tüm ilim şubelerinde ve tefsir alanındaki anlayışının temellerini de aslında büyük oranda İmam Ebû Hanife ve erken dönem Hanefi âlimlere borçludur diyebiliriz. Her ne kadar kendisine ait bir tefsir bulunmasa da itikâdi, fıkhî ve ahlâki muhtevadaki âyetlerin nasıl anlaşılması gerektiğine yönelik muhtelif eserlere dağılmış vaziyette pek çok beyanın sahibi olan İmam-ı Âzam, tefsir alanındaki büyük tesiri münasebetiyle pek çok tefsir tarihçisi tarafından müfessirler arasında, müfessir tabakalarında anılmış bir âlimdir. İsminin bu alandaki haklı anılışına rağmen, onu takip eden erken dönem Hanefi ulemânın tefsir alanında müstakil çalışmalara hemen yönelmedikleri, bu noktada ilk telifâtın ancak ikinci tabaka Hanefi âlimler elinden çıkmaya başladığı anlaşılmaktadır.
Bazı çalışmalarda Te'vilât “dirayet tefsirinin ilk örneği” olarak takdim edilmekteyse de Mukâtil b. Süleyman'ın (ö. 150/767) Tefsir-i Kebîr’i günümüze erişmişken böyle bir nitelemede bulunmak bizce isabetli değildir. Mukâtil'in Tefsir-i Kebir'inden istifade ettiği malum olan İmam Mâturîdî, ilk dirayet tefsirinin müellifi değilse de kendinden önceki örneklere nazaran tefsirde dirayetin boyutunu son derece genişletmiş bir isimdir. 100'ü aşkın âlime atıfta bulunulan, hemen bütün bid'at mezheplerle hesaplaşmaya girilen, fıkhî olarak Şâfii mezhebiyle mukayeseli ve tenkitli bir okuma imkânı sunan Te'vilât'ın tefsir literatürüne tesiri çok yönlüdür.
Tevilâtü'-Kur'ân'ın kelâmî, fıkhî, tasavvufî yani tek boyutlu bir tefsir olmayıp tüm ilmi şubeleri ihtiva eden tam bir tefsir olması orada usûlden, hadisten, fıkıhtan, Arap edebiyatından, tarihten, ahlâktan ve kelâmdan hemen tüm sahalarda beyanlara tesadüf etmemize imkân sağlamaktadır. Tabi Te'vilât'ın dirayet gücü yüksek bir eser olması onun rivayet bakımından bâkir bir metin olduğunu düşündürmemelidir. Rivayet tefsirinin zirve örneği ve imamın muasırı Ebû Cafer et-Taberi'nin Câmi'u'l Beyân'ı kadar olmasa da Te'vilât da ciddi bir rivayet malzemesine sahiptir diyebiliriz. Onun hem rivayet hem dirayet unsurlarını muhtevasında yoğun olarak cem eden yapısı, imamın tefsir geleneğine damgasını vuracak usûlünün oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Te'vilâlın hemen başında yer alan kısa mukaddimede İmam Mâturîdî, tefsir ve te'vil arasında dakik bir ayrıma gitmekte; tefsiri, Allah Teâlâ'nın muradını kat'i olarak göstermek imtiyazıyla yalnızca hadis ve sahabe kavline has kılarken, te'vili ise Allah'ın muradı olma iddiası taşımaksızın âyetlerin muhtemel anlamları hakkında ortaya konulan her beyan olarak tarif ettiği görülmektedir. Bu itibarla herhangi bir âyet-i kerime hakkında başka bir âyetin, hadis-i şerifin ya da sahabe kavlinin sahih ve sarih olarak açıklamada bulunmadığı bir durumda, o âyetle ilgili yapılan hiçbir yorum muradullah olarak nitelemeyecektir. Söz konusu yorumların âyetlerin anlam dünyasına nüfuz etmek bakımından ehemmiyeti olsa dahi bunlar neticede birer te'vildir ve asla tefsir olarak nitelenemez. Tefsir ile te'vili kategorik ve hiyerarşik olarak tasnif ve tanzim eden bu izah, tefsir tarihine topyekün işlenmiştir.
Tefsir ve te'vil mefhumları arasında buna benzer ayrım ve tarifler daha önceki âlimlere ait bazı ifadelerden hareketle çıkarılabilir olsa da bu anlayışı hem bu kadar sarih ifade eden hem de bunu kur'an-ı kerim'e tamamıyla tatbik eden ilk isim de imam Mâturî'dir.
Bir müfessir olarak İmam Mâturîdî ve Tevilât hakkında sarf-ı kelâm edildiğinde mutlaka tefsirin itikâdi gücüne de temas etmek gerekmektedir. Eğer ki Kitâbü't-Tevhid tek nüsha olarak da olsa günümüze erişmeyi başaramamış olsaydı, Tevilât imamın kelâmî gücünü göstermek bakımından herkese kâfi gelecek derecede itikâdi yoğunluk ve derinliğe sahip bir tefsir olarak karşımızda duruyor olurdu. İtikâdi muhtevadaki âyetler üzerinden Kerrâmî, Cehmî, Mu'tezili, Râfizî, Bâtınî bid'at fırkalar ve Yahudi, Hıristiyan, Mecusi din müntesiplerine aklî ve naklî hak savunusunu layıkıyla ifa etmesi kendisinden sonraki tefsirlere bu yönüyle de tesir etmesine vesile olmuştur.
İmam Mâturîdî'nin Hanefi bir fakih ve usûlcü olarak fıkıh literatürüne tesiri oldukça ciddi olmakla beraber, yalnızca Te'vilât'taki fıkhî beyanlarının yine tefsir literatüründeki karşılığı dikkate alındığında bunun da hafife alınamayacak bir iltifata mazhar olduğu teslim edilecektir.
Osmanlı ulemâsının Tevilât ile ilmi anlamda dâima süregelen ilişkisi 18. yüzyılda ivme yakalamış, Muhammed Tâhir Lâlezâri tarafından bu eser üzerine tasavvufî muhtevada kısmî bir şerh kaleme alındığı gibi eserin istinsahında da bir artış görülmeye başlanmıştır. Osmanlı'nın son, cumhuriyet döneminin ise ilk yıllarında bölgede hâkim olmaya başlayan ideolojik yapının milliyetçilik olması, İslâm ile kurulan irtibatta dahi Türk olduğu düşünülen âlimlerin öne çıkarılarak sürdürülmesine sebep olmuştur. Hâl böyle olunca İmam Mâturîdî ile kurulan münasebet de bir şekilde ideolojik bir hâl almaya, cumhuriyet dönemi ideolojik beklentilerle paralel bir söyleme bürünmeye hatta zaman içerisinde tahrif ve istismar edilmeye başlamıştır. Kurucu ideolojinin ana esasları olarak takdim edebileceğimiz Türkçülük ve akılcılık vurgusu, İmam Mâturîdî'ye referansla dönem dönem İslâmi bir kisve kazandırılmaya çalışılmış, buradan hareketle demokrasi, laiklik, hilafetin ilgası gibi inkılaplara meşruiyet zemini tesis edilmeye gayret edilmiştir.
İmam Mâturîdî'yi mutlak akılcı bir portre olarak resmetmeye meyleden bu girişimin Tevilâtı mezhebi çizgisinden ve usûli zemininden kopararak Feminizm, Sekülarizm gibi davalara can suyu sunacak şekilde yansıtmaya yeltendikleri görülmektedir. Bu girişimin en çarpıcı misali, İmam Mâturîdî'nin “içtihad ile neshe cevaz verdiği” iddiasında tezahür etmiştir. Tevbe süresinin 60. âyet-i kerimesinin izahı bağlamında “müellefe-i kulûb” zümresi yani kalpleri İslâm'a ısındırılmaya çalışılan kimseler hakkında beyanda bulunan İmam Mâturîdî'nin, Hz. Ömer'in (r.a.) bu zümreden görülen iki şahsa Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde başlanan tahsisatı sonlandırma kararını ifade eden “burada içtihadla neshe cevaz vardır” şeklindeki beyanını, bağlamından ve döneminin/müellifinin dilinden/ ıstılahından kopararak kullandıkları görülmektedir.
İmam Mâturîdî'nin nassa rağmen içtihadla neshe cevaz verdiği yönünde bir vaveyla koparılarak, ideolojik beklentilerin ve seküler anlamda atılacak gayri dini her adımın böylece kapısının açılacağı düşünülmüştür. Hâlbuki konu uzun uzadıya konuşma ihtiyacı bırakmayacak kadar basit bir meseleden yani bir kimsenin müellefe-i kulüb zümresine girip girmediğinin içtihad ile belirlenip yine içtihad ile nesh edileceğinden ibarettir. Mesela bizler âyetin emrine ittibaen zekât verirken, kimin zekât verilmeye uygun olduğunu küçük çaplı bir içtihad ile belirleriz. Zekât vereceğimiz şahsın dinin tavsif ettiği şartlara sahip olup olmadığına yönelik akli ve vicdani bir değerlendirme, muhakeme, muhasebe neticesinde karar alırız. Bu sene o şartları taşıyan ve zekâtımızı verdiğimiz kişinin bir sonraki sene zekât verilmeye uygun olmadığını tespit ettiğimizde, bu yeni istidlalimiz, içtihadımız ile öncekini nesh etmiş oluruz. Bu durum, kimin müellefe-i kulüb zümresinden olup olmadığını tespit ederken de aynı şekilde tahakkuk eder. İmam Mâturîdî'nin kastettiği de bundan ibarettir, Burada ne nesh kavramının sonraki dönemde istikrar kazanmış ıstılahi mânâsı kastedilmiş ne de konuyu mezhebi aidiyet içerisinde bu şekilde anlayan herhangi bir kimse olmuştur.
İmam Mâturîdî'nin sözlerine tâbir caizse takla attırarak, onu Modernist bir şahsiyet gibi taktim ederek ulaşılmak ve onun üzerinden meşrulaştırılmak istenen buna benzer tüm hususlar aslında İmam Mâturîdî'nin İslâm tarihindeki müstesna konumu ve tefsir alanındaki otoritesinin bir başka açıdan delilidir. Çünkü türlü düşüncelere sahip olan çevreler dahi, bir görüşün İmam Mâturîdî'ye nispet edilmesi ve onunla ilişkilendirilmesiyle ciddi bir meşruiyet zemini yakalayacağını tersinden ikrar etmiş olmaktadırlar.
Not 387: İmam Mâturîdînin “akılcılığına” yapılan aşırı vurgular, onun akılcılığını modernist telakkilerin referansı kılmak isteyenlerin en sık kullandığı şeydir. Halbuki İmam Mâturîdî'den modernist/akılcı bir âlim çıkartmaya çalışan, onu öyle takdim eden isimlere mesela Te'vilâttan sadece kadının tesettürü, cilbab, zinet, peçe mevzularına dair şu beyanlarını okutsanız, akılcılığından dem vurdukları imamın aklından anında yüz çevirdiklerini görürsünüz: “Bir kadın artık kendisine şehvet duyulmayacak kadar yaşlansa dahi süslenemez, zinetini açamaz. O, bu vazifesini yapmasa (ve açılsa) da nâmahremin onun zinetine, saçlarına bakması helâl olmaz. Yaşlandığı için (tesettüre riayet etmeden) baş açık namaz kılsa, namazı olmaz... Yaşlı bir kadın için durum bu iken genç bir kadının mesuliyeti, şehvetli nazarların bulunduğu bir yerde yüzünü ve hatta ellerini dahi göstermemektir.”
B. Hanefi Fıkhının Güçlü Bir Fakihi
Usûl-i fıkıh ve fürû-ı fıkha dair kaleme aldığı metinler bize intikal etmemiş olsa da Semerkand fakihlerinin, İmam Mâturîdî'nin eserleri ve fıkhî beyanlarına yaptıkları atıflar, onun fetvalarına yapılan göndermeler, İmam Ebû Mansur'un usûlde ve fürûda büyük bir Hanefi fakih olduğunu itiraza mahal bırakmaz bir şekilde önümüze koymaktadır.
Bölgedeki tüm dinler üzerinde yetkin bir isim ve müthiş bir fakih olan İmam Mâturîdî öncesi dönemde, Hanefi fıkıh literatürünü ikmal ve tahkim eden bölgenin Irak ve Mâverâünnehir havzası olduğunda tam bir mutabakat oldurgu söylenebilir. Lakin Hanefi fıkhının usûl ve fürü boyutlarıyla canlı olarak yaşatıldığı bu geniş coğrafya içerisinde Semerkand diğer şehirlere nazaran oldukça silik bir görüntüye sahiptir. Fıkıh disiplini mevzubahis olduğunda Irak, Buhara ve Belh gibi şehirler daha öne çıkarken/çıkarılırken, Semerkand bu şehirlere nazaran geri planda kalmaktadır. Bazı değerlendirmelerde bu durum, Semerkand ulemâsının daha çok ilm-i kelâm alanında öne çıkmasıyla ilişkilendirilmektedir. Bu değerlendirmenin haklılık payı olduğu doğrudur. Gerçekten Irak bölgesinde erken dönemlerden itibaren Hanefi mezhebinin fıkıh anlayışı çok belirgin bir şekilde öne çıkmakta yine Mâverâünnehir havzasındaki Buhara ve Belh gibi şehirlerde de Hanefiliğin gücü fıkhî anlamda baskın bir şekilde hissedilmektedir. Fakat bu durum, Semerkand âlimlerinin Hanefi fıkhını temsil kabiliyetinden uzak olduğunu düşündürmemelidir. Bilakis Semerkand ulemâsı, meşâyıh-ı Irak'ın itikâdda, fıkıhta bağlı oldukları İmam Ebû Hanife'nin usûlünden koptuklarını ve Mu'tezile'ye meylettiklerini, usûlde ve fürûda Hanefiliğe en sadık takipçilerin kendileri olduğunu düşünmektedirler.
Son olarak, fıkıh ile kelâmın kesiştiği konu başlıklarından biri olan imamet meselesi özelinde de bir miktar durmamız faydalı olacaktır. Çünkü İmam Mâturîdî'nin imamet meselesi etrafındaki bir kısım ifadeleri de bazı tartışmaların ve ihtilafların merkezinde yer almış ve kullanılmıştır. İmam, Kitâbü't-Tevhid'de kelâm kitaplarında görmeye alışkın olduğurmuz imamet bahsine yer vermez. Bunun sebebi açık olarak bilinmez. İlk ihtimal, onun imamet bahsinin kelâmî değil fıkhî bir konu olduğuna kâni olduğudur. Aslında bu kabul kelâm tarihinde imamet bahsine eserlerinde yer vermiş mütekellimlerin de ikrar ettiği bir husustur. Fakat Şia'nın söz konusu meseleyi tarihi vetirede iman umdesi olarak niteleyip bayraklaştırmasından ötürü kelâm metinleri bu meseleye müstakil olarak temas etmeye başlamışlardır. Dolayısıyla Şeyh Ebû Mansur da konuyu fıkha dair görüşlerini sunduğu eserlerinde arz etmeyi tercih etmiş olabilir. İkinci ihtimal ise, Kitâbü’t-Tevhid'in mevsukiyetini tartışırken temas ettiğimiz bazı problemlerin, orijinal metinde imamet konusunu ihtiva eden kısa bir bölüm varsa dahi bize intikal etmesine mani olmuş olmasıdır. İlk ihtimalin daha makul olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim imamın imamet meselesine dair görüşlerini, Kitâbu'-Makâlât isimli günümüze ulaşmayan eserinde takdim ettiğini, Nesefî'nin bu eserden yaptığı iktibaslardan hareketle kesin olarak biliyoruz. Tabi imamın imamet meselesini itikadi bir konu olarak nitelememesi, yani onu dini değil şer'i olarak kabul etmesi bazı yanlış anlaşılmalara hatta bu yaklaşımın istismarına sebebiyet vermiştir.
Din kelimesinin ıstılahi mânâlarından birisi; neshe tabi olmayan, herhangi bir değişim ve dönüşümün olmayacağı itikâddır. Şeriat ise, itikâdi olan dışında nasih-mensuh münasebetine açık ahkâmı ifade etmektedir. Bu sebeple “Allah katında hak din İslâm” olduğu hâlde yeryüzünde aynı dinin pek çok şeriatı mevcut olabilmiştir. Dolayısıyla bir dini olmaması demek, dünyevi olması demek değildir. Şer'i alan da genel daire-i dinin şümulündedir. Fakat gelin görün ki, İmam Mâturîdî'nin bu minvaldeki ifadelerinden onun imameti “dini değil dünyevi bir mesele” olarak telakki ettiği iddia olunmuştur. Hatta daha da vahimi, buradan hareketle bir de İmam Mâturîdî ile laikseküler devlet anlayışı arasında ilişki vaz etmeye çalışanlar dahi türeyebilmiştir. Bunlar ilgili metinleri hangi arka plan ile nasıl okuyorlar da böylesi garabetler türetebiliyorlar anlamak mümkün değildir.
Söz gelimi, bu kanaate sahip pek çok isme göre İmam Mâturîdî, din ve şeriat ayrımına gitmekle, “akılla din arasında, şeriatla vahiy arasında” zorunlu bir ilişki kurmuştur. Bilakis İmam Mâturîdî, daha evvel de belirttiğimiz üzere, marifetullahın aklî vücûbu sınırlarına giren Vâcibü'l-Vücûd'un mevcudiyeti kabulü dışındaki tüm itikadi esasların da katiyet arz edebilmesi için habere yani şeriata muhtaç olunduğunu eserlerinde defaatle dile getirmektedir. O, dini salt aklî bir alana indirgeyip vahyi şeriata has kılan tüm temayülleri Kitâbü't-Tevhid'de şiddetle tenkit eder. Bu bağlamda Recep Onab'ın şu satırları yerinde ve önemlidir:
“Mâturîdî'ye göre din ve şeriatın birbirinden farklı olması, bu iki kavramın birbirinden tamamen ayrı olduğu ya da dinin tamamen inanç esaslarından, şeriatın da tamamen ibadet, ahlâk ve muamelata dair kaide ve hükümrlerden ibaret olduğu anlamına gelmemektedir. Aksine ona göre din ile şeriat arasında sıkı bir bağ vardır, birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Çünkü ona göre şeriat, muamelata ve hukuka ait ahkâm dâhil vahiy döneminde bütün boyutlarıyla şekillenen Allah'ın dininden bağımsız, ona dışarıdan eklenen ve iğreti duran bir olgu değildir; onunla ruh ve ceset gibi bir bütünlük içerisindedir. Nitekim o, her ne kadar bazı âyetlerin açıklamalarında her iki kavramın (din ve şeriat) ayrı şeyler olduğuna dair açıklamalarda bulunmuş olsa da, çeşitli âyetlere getirmiş olduğu yorumlarda şeriatın dinden bağımsız düşünülemeyeceğine de işaret etmiştir. Bu nedenle onun konuyla ilgili görüşlerini tespit ederken birkaç âyete getirmiş olduğu açıklamalarına bakarak değil, konuyla ilgili yapmış olduğu açıklamaları bir bütün olarak ele alınmalıdır.
C. İmam Mâturîdî'nin Hadis ile İlişkisi
İmam Mâturîdî'nin yaşadığı coğrafya, İslâm tarihinde hadis ilminin en canlı olduğu bölgedir. Bu ilme altın çağını yaşatan isimlerin hemen tamamı ise Mâverâünnehir havzasının sakinleridir. İmam Mâlik'in (ö. 179/795) el-Muvatta'ını kenarda tutarsak, Kütüb-i Sitte musanniflerinin tümü Mâverâünnehir bölgesinin âlimleridir. Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buhâri (ö. 256/870), Ebû'-Hüseyin Müslim b. Haccâc el-Kuşeyri (ö. 261/875) ve Ebû İsâ Muhammed b. İsâ et-Tirmizi'nin (ö. 279/892) el-Câmiu's-Sahih'leri, İbn Mâce (ö. 273/997), Ebû Dâvûd es-Sicistâni (ö. 275/889) ve Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî'nin (ö. 303/915) es-Sünen'leri hep bu bölgede kaleme alınmış metinlerdir. Müslümanlar nazarında en güvenilir hadis mecmuaları olarak anılan bu çalışmaların sahipleri bölge şehirlerde ikamet etmiş, buradaki ehl-i ilim ile münasebetler kurarak o kıymetli eserleri ortaya koymuşlardır.
İmam Mâturîdî'nin ilk hocası olarak kabul edilen Muhammed b. Mukâtil er-Râzi'nin hadis alanında yetkin bir isim olduğunu, kendisini tanıttığımız bölümde kısaca ifade etmiştik. İmam Mâturîdî'nin hocası Mukâtil b. Süleyman'dan istifadesi de ondan hadis dinlemekle gerçekleşmiştir. İmamın Mukâtil b. Süleyman dışında başka hangi hocalardan hadis dinlediğini maalesef bilemiyoruz. İmamın et-Tezhîb fi Şerhi’l-Câmii’s-Sağir isimli eseri rivayet malzemesi açısından yoğun bir muhteva sunacağı aşikâr bir eser olsa da günümüze erişmediği için kendisinden ne yazık ki bu bağlamda istifade edemiyoruz. Fakat böyle bir eserin mevcudiyetini bilmemiz dahi onun hadis ile iştigali bakımından fikir vermeye yeterlidir. Bununla birlikte imamın hadis alanında birikimini yansıtan bir diğer karine, Abdülkerim b. Musa el-Pezdevî'nin terceme-i hâli hakkında bilgi sunan kaynakların onu, “İmam Mâturîdî'den fıkıh ve hadis okudu” şeklinde anmasıdır. Bu tür bilgiler Ebû Mansur'un yalnızca kitabi düzeyde değil, hadis dersi verecek bir yetkinlikle bu ilme vâkıf olduğunu izhar etmektedir.
Temas edilen tüm bu hususlara karşın, imamın hadis ilmiyle münasebetine dair somut olarak konuşmamıza imkân veren elimizdeki yegâne metin şüphesiz Te'vilâtü”-Kur'ân'dır. İmam Kitâbü’t-Tevhid'de belli oranda rivayet naklinde bulunuyor olsa da bu nakillerin kelâmî bir hassasiyet ve üslûp ile konuşan imamın hadis alanına dair birikimine yönelik etraflı bir portre sunması mümkün değildir. Fakat Kitâbü't-Tevhid'de yer alan hadislerin tahricinden çıkan netice, imamın büyük oranda sahih hadis mecmualarında yer alan rivayetleri kullandığı yönündedir.
Te'vilât'ta toplam 1476 hadis-i şerif ve 664 de sahabi kavli yer aldığı tespit edilmiştir. Bu rakamlar bizlere, Te'vilât'ın asar/nakil yönünden dikkate şayan bir muhteva sunduğunu ispat etmektedir. İmam Mâturîdî'nin hadis ile kurduğu ilişki Te'vilât merkezli olarak değerlendirildiğinde, onun usûli planda Hanefi hadis usûlüne tam bir mutabakat hâlinde olduğu görülmektedir. Muhammed Zâhid el-Kevseri'nin (ö. 1952) Te'nibü'l-Hatib'de ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığı bu usûlün, rivayetin sened ve metin yönlerine bakan kendine has bazı özellikleri bulunmaktadır. Rivayetin senedi mevzubahis olduğunda, bir râvinin sikâ olarak anılması için gereken şartlar İmam-ı Â'zam'ın indinde “âkıl, İslâm, adalet, zabt ve fıkh” olarak öne çıkmaktadır. Âkıl, İslâm ve adalet sahibi bir kimse olmak, râvinin güvenilirliği adına ehl-i hadis arasında da ihtilafsız kabul edilen vasıflar olmakla birlikte, zabt ve fıkh vasıflarına bakış iki gelenek arasında farklılık arz etmektedir. Ehl-i hadis nazarında zabt “lafız” öncelikli iken, Hanefi ulemâ nazarında zabt “mânâ” öncelikli bir mahiyet taşır. Zaten Hanefi usûlde râvide aranan “fıkh” vasfı tam burada lüzumunu ve önemini hissettirmektedir.
İmamın haberlere yönelik yaklaşımı, onun rivayetleri dikkate alan, tanıyan ama bilgi değerini merkeze alan bir usûl üzere yani klasik Hanefi tavrı ile hareket ettiğini göstermektedir. (Ayrıca bakınız: Kitap:Melikşah Sezen, İlm-i Hadis Hanefilik Maturîlik, Mîsak Dergisi, Sayı 377)
D. Tasavvufî Yönü: Menâkıb-ı İmam Ebû Mansur
Yakın döneme değin İmam Mâturîdî'nin hayatı etrafında ciddi bilgi boşluğu olmasından ötürü, onun İslâmi ilimlerin çeşitli yönlerine dair anlayış ve uygulamalarına yönelik ayakları yere basan sözler söylemek zor olmuştur. Fakat bugün Mâturîdî âlimlerin eserlerinin tespit, tahkik ve tercümesinin görece artması, ayrıca alana yönelik ciddi bir ilgi ve gayretin oluşması neticesinde artık daha müdellel konuşmanın kapısı açılmıştır.
İmam Mâturîdî hakkında sarf-ı kelâm etmenin zor olduğunu belirttiğimiz dönemlerde, onun tasavvufî anlayış ve yaşantısına yönelik tespitlerin daha çok imamın nasıl görülmek/ gösterilmek istendiği ile şekillendiği anlaşılmaktadır. Ülkemiz özelindeki çalışmalarda bu tavır daha çok İmam Mâturîdî'nin tasavvuf ile mesafeli olduğunu belirtmeye, onun tasavvufî bir yaşantısının olmadığını hatta tasavvufla mesafeli ve ona karşı olduğunu anlatmaya dönmüştür. İşbu temayülün ideolojik ya da şahsi farklı tetikleyicileri ve gerekçeleri olabilir fakat neticede günümüzdeki -bilhassa akademik çalışmalarda-“tasavvuf ile arası mesafeli” bir İmam Mâturîdî tasvir edildiği, itiraz kabul etmez bir hakikattir.
Hâlbuki bizim tespitlerimize göre, İmam Mâturîdî'nin asrının zâhidlerinden, kerâmet ehli süfilerinden biri olarak kabul edildiği ihtilafa mahal bırakmaz derecede açık bir gerçektir. Bu gerçeğin bize ayan olduğu gibi herkese ayan olabilmesi için burada, mümkün olduğunca kronolojik olarak, İmam Mâturîdî'nin tasavvufî şahsiyetine ışık tutacak nakilleri derleyip takdim etmeye gayret edeceğiz. Böylelikle söz konusu iddianın imamın kendi muasırları, talebeleri ve talebelerinin talebeleri gibi erken dönem âlimler nazarında nasıl karşılık bulduğu görülebilsin, bu sayede tüm bu nakillerin ona tasavvufî bir kisve kazandırmak üzere sonradan vaz’ edildiği yönündeki iddianın hilaf-ı hakikat olduğu herkese zâhir olsun.
İmamın tasavvufî şahsiyetine ışık tutacak rivayetlerin bir kısmı kendisine mülaki olmuş yahud ikinci derecede de olsa bu yakınlığı muhafaza eden kimselerin beyanlarına dayandığı için bunlar çok itiraz edilebilir nakiller değildir. Fakat imam hakkındaki bir kısım rivayetlerin menâkıbnâmelerde yer alması, bunların kurgusal ve edebi anlatılardan ibaret olduğu, imama tasavvufî bir kimlik kazandırma niyetine matuf olarak vaz edildiği türünden bazı söylemlere sebebiyet vermiştir.
Hâlbuki İmam Mâturîdî'ye dair erken dönem kayıtlar ile sonraki dönem anlatılar arasındaki muvafakat ve kesret, böylesi bir iddianın isabetli olmadığını ispat için yeterli bir zemin sağlamaktadır.
İmam Mâturîdî ile mülaki olmuş isimler onu hangi ifadelerle anmışlar, nasıl tavsif etmişler, sanıyorum evvela buradan başlayabiliriz. Talebelerinden Abdülkerim b. Musa el-Pezdevi'nin, imamın kerâmetlerini aile efradına aktardığını, Ebû’l-Yûsr el-Pezdevi Usûli’d-Dîn eserinin hemen başında dile getirir. Bu kerâmetlerin neler olduğu hakkında herhangi bir anlatıda bulunmaz. Fakat anlaşılan o ki, imamın daha sonra paylaşacağımız bazı kerâmetleri, bizzat imamın talebeleri tarafından şahit olunan ve Pezdevi'nin mücmel bir şekilde bildirdiği işbu hâdiselere ve anlatılara dayanmaktadır. Bu kayıt, imamın talebeleri tarafından kerâmet sahibi bir şahsiyet olarak kabul edildiğinin en somut delilidir. Onun kerâmet sahibi olduğunu ortaya koyan bu ifadenin, İmam Mâturîdî'yi yüceltme niyetiyle uydurulduğunu/eklendiğini söylemek mümkün ve makul değildir, Çünkü eğer Pezdevi'nin imamı -iddia edildiği mânâda- yüceltmek gibi bir niyeti olsaydı, o takdirde aynı eserinde bu niyetini Kitâbü”t-Tevhîd'in üslubunu/dilini tenkit ederek zedelemez, bu eserden bahsettiği bölümde de ya yüceltme yahud sükût yolunu tercih ederdi. Hâlbuki o, Kitâbü't-Tevhîd'i açıktan tenkit eder ve üslubunun zorluğunu kendi eserinin sebeb-i telifi olarak gösterir.
İmam Mâturîdî ve tasavvufî şahsiyeti bağlamında naklettiğimiz (çokça) menkıbe, fetva hikmetli sözleri hâricinde izaha kavuşturulmasında fayda mülahaza ettiğimiz bir diğer konu, Kitâbü’t-Tevhîd'de esbâbu'l-ilm bahsi içinde yer alan, imamın keşf, rüya ve ilhamı bilgi kaynağı olarak görmediğini belirtir bir kısım ifadelerin maksadını ve bağlamını anlayamamanın doğurduğu bir problem olarak, bu sözlerin ve ilgili tasnifin imamın tasavvufla arasının mesafeli olduğuna dair hüccet olarak kullanılmasıdır. Bu yaklaşım ne yazık ki ilgili ifadelere birçok açıdan hatalı bir bakışın neticedir. Kısaca izah etmeye çalışalım:
İmam Mâturîdî'nin tarifiyle ilm/bilgi, “kendisine sahip olan kimseye söylenebilen ve düşünülebilen her şeyin apaçık hâle gelmesini sağlayan bir sıfat”tır. Bu tariften hareketle imamın “esbâbu'l-ilm/bilginin kaynakları” ifadesinden maksadının, ilmin/bilginin tüm kaynakları/sebepleri değil, herkes için müşterek, erişilebilir nitelikteki kaynakları olduğu anlaşılmaktadır. Esbâbu'l-ilm tâbirine böyle bir mânâ yüklememizin ardında yatan saik, ilm-i kelâmın gayesi itibariyle “hüccetleri serd, şübheleri def ile akâid-i diniyyeyi isbâta dâima kudret-i tâmme hâsıl eyleyen bir ilimdir” şeklinde tarif edilmesidir. İlm-i kelâmın gayesi, akâid-i diniyyeyi her türlü şüphe ve itirazları bertaraf edecek hüccetlerle müdafaa ve muhafaza ise o takdirde bu işi gerçekleştirebilmek için bu alanda serdedilecek tüm beyanlarının indi olmayan delillerle sübut kazanması da zorunludur. İmamın esbâbu'l-ilm'i i’yân/duyular, ahbâr/haberler ve nazar/akıl yürütme ile tahdid eden tavrı, kelâm ilmine has bir epistemolojik güven tesisi ile ilgilidir.
Sağlıklı her insanın bilgiye erişme noktasında müşterek olduğu kaynaklar duyular, haberler ve istidlaldir. Bunun dışında kalan rüya, keşf, ilham, sezgi gibi kaynaklar, imamın ilim tarifi dikkat-i nazara alındığında, bir bilgi hâsıl etse ve hakka muvafık olsa dahi ilm-i kelâmın gayesine hizmet bakımından herhangi bir hüccet vasfı taşımamaktadır. Çünkü bir kimse rüya gördüğünden emin ve gördüğü rüya hakikate muvafık olsa dahi, o kimsenin bu rüyayı görmesi kendine özel bir hâldir. Onunla aynı rüyayı paylaşmak diğer tüm insanlar için mümkün değildir. Bu takdirde böylesi şahsi bir kaynağın ilm-i kelâmın gayesine hizmet etme kabiliyeti bulunmadığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Aynı durum sezgi, ilham, keşf gibi şahsi tüm kaynaklar için geçerlidir. Bu durum, ilgili kaynaklarla temin edilen verilerin doğru ya da yanlış olmasından bağımsız ve farklı bir konudur. Burada önemli olan, söz konusu bilginin herkes tarafından paylaşılabilir, temin ve teyid edilebilir olmasıdır.
İmamın esbâbu'l-ilme dair tasnifini sanki onun kelâm alanı dışında câri olabilecek başka bilgi kaynaklarına imkân tanımadığı şeklinde hatalı bir tarzda yaklaşıldığının en açık delili Te'vilâttır. Kitâbü’t-Tevhîd'deki bilgi kaynakları tasnifini mutlak görenlere göre, haber-i ahadın imama göre bilgi kaynaklarından biri olmadığının da ısrarla savunulması gerekir. Hâlbuki Te'vilât baştan sona ahad haberlerle örülü bir muhteva arz etmektedir. Fıkhî hükümler, ahlâki ve tarihi öğretiler ekseriyetle ahad habere dayanmaktadır. İmam bunları kelâm alanı dışında, muhatap kitle değiştiğinde yahud alan değiştiğinde raalarahatlıkla kullanmaya devam etmektedir. Dolayısıyla Kitâbü’t-Tevhîd'deki bilgi kaynakları bahsinden hareketle imamın tasavvufla mesafeli olduğu sonucuna ulaşmak, bilginin kaynakları bahsine dair sözlerinin bağlam ve maksadını doğru anlayamamaktan neşet eden bir büyük hatadır diyebiliriz. Nitekim Te'vilât'ta ilhamın şahsi bir bilgi kaynağı hâline geleceğini, Hz. Musa'nın (a.s.) annesinin onu ilham ile suya bırakmasının kat'i bir ilimle gerçekleştiğine dair beyanlarında açıkça dile getirmiştir. Öte yandan Şems sûresinin 8. âyetinde ehl-i takvanın ilham nimetine mazhar olduğunu ifade etmiştir. Yine Bakara sûresinin 17. âyetinin tefsiri esnasında bazı hâdiselerin Allah dostlarına haber verildiğini dile getirmektedir. Misaller çoğaltılabilir. Dolayısıyla genel-geçer bir hükmün kendisine dayandırılması icap etmediği sürece yani şahsi anlamda İmam Mâturîdî'nin, ilham, keşf, sezgi, rüya gibi bâtıni hâllerin tamamını bilgi kaynağı olarak gördüğünü izhar etmektedir.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 395 / Ekim 2023