Nizâmiye Medreseleri, Selçuklu tarihi açısından olduğu kadar İslâm tarihi açısından da büyük bir öneme sahiptir. Bu müesseseler Selçuklular'ın hâkimiyetlerini tesis etmelerine yardımcı olduğu kadar, Ehl-i sünnet dışı fikirlerle mücadele ederek onların bertaraf edilmesinde de büyük rol oynamışlardır. Dolayısıyla İslâm inancının bozulmadan korunmasında büyük hizmet görmüşlerdir. Nizâmiye medreseleri, kuruluşlarıyla beraber eğitime birtakım yenilikler getirmişler, kendilerinden sonrakilere de örnek olmuşlardır. Bu çalışmada Nizâmiye medreseleri, kuruluşundan itibaren ele alınarak incelenmeye gayret edilmiş, ilme ve ilim âlemine etkileri, milletimize ve insanlık âlemine kazandırdıkları gösterilmeye çalışılmıştır.
![]() |
Nizâmiye Medreseleri |
Nizamiye Medreselerinin Kurulmasını Gerektiren Gelişmeler
“İslâm dini, zuhuruyla beraber eğitim ve öğretime önem vermiş, bu sahadaki faaliyetleri desteklemiştir. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke’den Medine’ye hicret edince yaptığı ilk iş bir mescid bina etmek olmuştur. Bu mescidin inşaatında sahabeyi teşvik için bizzat Resûlullah da (s.a.v) çalışmış ve mescidin bir bölümü ‘Suffa’ adıyla eğitim faaliyetlerine ayrılmış, Hz. Peygamber de diğer öğretmenlerle beraber bizzat burada ders vermiştir. Bu durum gelişerek devam etmiş, hatta Bedir Savaşı’nda esir düşen müşriklerden bazıları, okuryazarlık oranını artırmak maksadıyla, okuma ve yazmayı öğretme karşılığı serbest bırakılmışlardır.
Daha sonraki devirlerde duyulan ihtiyaçla beraber küttâb okulları, kitapçı dükkânları, edebî salonlar, özel saray okulları, cami ve mescidlerde eğitim öğretim faaliyetleri devam etmiştir. Eğitim ve öğretimdeki bu dağınıklık medreselerin tesis edilmesine kadar devam etmiştir. İslâm âleminde IX. yüzyıldan itibaren görülmeye başlayan medreseler, XI. yüzyıldan sonra kurumsallaşarak gelişmelerini devam ettirmişlerdir.
Nizâmiye medreselerinin kurulduğu asra bakıldığında, İslâm âleminin bir dağınıklık içerisinde olduğu görülür. İslâm âlemi, Bağdat halifeliği, Mısır Fâtımî halifeliği ve Endülüs Emevî halifeliği olmak üzere üç başlı bir parçalanmışlık arz ediyordu. Bağdat halifeliği Sünnîliğin, Fâtımî halifeliği Şiîliğin temsilcisi olarak İslâm âlemindeki iktidarlarını pekiştirmek peşindeydiler. Bu güç mücadelesinde bir taraftan siyasî yollar kullanılırken, diğer taraftan da temsilcileri oldukları dinî görüşün insanlar üzerindeki otoritesinden yararlanmak istemişlerdir. Bu otoriteyi pekiştirmek için Şiî veya Sünnî görüşlerin yayılmasına ve kuvvet kazanmasına, buna araç olarak da medreselerin açılmasına önem vermişlerdir.” S.72
Fâtımîler ve Şiî Medreseleri
“Kuzey Afrika’da kurulan ve Hz. Peygamber’in kızının adını taşıyan Fâtımîler, gerçek halifeliğin kendileri tarafından temsil edildiğini iddia ediyorlardı. Kahire, X. asrın ortalarından itibaren Bağdat’ı gölgede bırakmaya başlamıştı. Fâtımî Devleti’nin gelişmesiyle beraber temsil ettikleri Şiîlik mezhebi de kuvvetlenmiş ve Bağdat halifesine karşı bir tehdit unsuru haline gelmişti. Fâtımîler, ordularıyla Mısır ve Şam’a hâkim olmuşlar; buraları Şiîleştirmeye çalışmakla kalmamış, kendi nüfuzları altında olmayan bölgelerde de kendileri gibi düşünen insanları desteklemek suretiyle Abbâsî halifeliğinin otoritesini sarsmak, Sünniliği zaafa düşürmek yolunu takip etmişlerdi. Bu nedenle Arslan Besâsîrî’yi desteklemişler, Selçuklular’a karşı isyan eden İbrahim Yinal’a yardım etmişlerdi. Siyasî gelişmelerin yanında propaganda faaliyetlerine de ağırlık vermişler ve kurdukları medreselerden yetişen ‘dâîler’ vasıtasıyla insanlara kendi fikirlerini aşılamaya başlamışlardır. Fâtımîler inançlarını öğretecek akademiler ve bu inançları yayacak akademisyenler yetiştirmeyi kendilerine amaç edindiler”. S.73
“Fâtımîler’in eğitim sahasındaki en büyük faaliyetleri Hâkim döneminde olmuştur. Fâtımî Halifesi Hâkim 1005 senesinde, Bağdat’taki Beytülhikme’ye benzer bir akademi inşa ettirdi. Beytülhikme’ye atfen de buraya ‘Dârûlhikme’ veya ‘Dârûlilm’ adı verildi. Hâkim buraya kurra, fukaha, müneccimler, lugatçılar vb. âlimleri topladı. Zengin kütüphaneler kurarak misli görülmemiş bir ilmî müessese meydana getirdi. Hâkim ve ondan sonra gelen halifeler akidelerini yaymada önemli bir araç olarak gördükleri bu müessese için hiçbir masraftan kaçamadılar.” S.74
Bağdat Halifeliği ve Sünnî Medreseler
“Sünnî dünyanın temsilcisi olan Bağdat halifeliği, 945'te Şii Büveyhîler'in Bağdat'a gelerek hilafet merkezini ele geçirmeleriyle beraber sarsıntı geçirmeye başladı.
Büveyhîler'in güçlenmesiyle Abbâsî halifesinin hutbelerde adı okunmaktan başka hiçbir fonksiyonu kalmamıştı. Şiî Fâtımîler'in desteklediği Büveyhîler'in Bağdat'a hâkim olmalarıyla Sünni İslâm'a ağır bir darbe vurulmuş, muharrem dövünmeleri devletin resmi bayramı ilan edilerek, Şiilik devletin resmi mezhebi haline getirilmişti. Bu durum karşısında Abbasi halifelerinin yapacak hiçbir şeyleri kalmadığı gibi, Şii ve Sünniler arasındaki rekabeti de şimdilik Şiiliğin temsilcisi olan İranlılar kazanmıştı.
Büveyhiler'in komutanı Arslan Besâsîrî'nin yükselişiyle birlikte, Şii Fâtımiler'in bölgedeki etkisi iyice arttı. Ezanlara Şii alameti olan ‘hayye alâ hayri'l-amel’ lafzı eklendi. Artık Bağdat Sünni halifesi ismen var, fakat resmen yoktu. Bağdat camilerinde Fâtimi halifesi adına hutbeler okunuyor, kendilerinden olmayan halka türlü türlü eziyetler yapılıyordu. Halifenin otoritesi ve kanun diye bir şey kalmamıştı.” S.78
“Selçuklular'ın İslâm dünyasına girişleriyle beraber, Sünnîliğin aleyhine olan durum düzeldi. Sünnî görüşü benimseyen ve bu konuda son derecede hassas olan Selçuklular Büveyhîler Devleti'ne son vererek Sünnî Bağdat halifesini bu kötü durumdan kurtarıp eski saygınlığını iade ettiler. Şiî baskısının kalkmasıyla, Bağdat'ın dışına dahi taşamayan halifeliğin nüfuzu arttı, hilafet makamının vakar ve heybeti geri geldi. Selçuklular sayesinde bütün Abbâsî memleketi âdeta yeniden fethedildi.” S.80
“Selçuklular müslüman olmadan önce Seyhun ve Ceyhun nehirleri onlar ile dünya tarihi arasında bir engelken, İslâm'ı kabulle birlikte bu engel aşılarak İslâm âlemi yeni bir kuvvet kazanmış oldu. İslâm onların kuvvetiyle yükselirken, onlar da islâm'in içinde kendilerine yüksek bir yer edindiler. Hiç şüphesiz ki bu durum, Selçuklular'ın meydana getirdiği siyasî, askerî ve ilmî kurumlar sayesin de olmuştur. Alparslan ve veziri Nizamülmülk döneminden itibaren cihad ruhuna sıkıca bağlı kalınarak, dinin muzaffer olması ve yeryüzüne yayılması için gayret sarfedilmiş, sultanların ve diğer yetkililerin gayretleriyle bunda da büyük oranda başarıya ulaşılmıştır.” S.81
“Nizâr’ın gerçek halife olduğuna inanan Hasan Sabbâh Şiî hareketini Selçuklu ülkesine taşımış ve doğrudan doğruya Selçuklular'ın kurduğu düzeni yıkmayı hedeflemişti. İsmailîlik-Nizârîlik-Bâtınîlik adlarıyla anılan bu hareket ideolojik bir görünümle Selçuklu ülkesinde büyük karışıklıklara sebebiyet vermiştir. Silaha silahla cevap verme ihtiyacından dolayı bu fırkaya karşı fikri bir mücadele başlatılmış ve nizâmiyeler bu mücadelenin merkezi olarak büyük görevler icra etmişlerdi.” S.307
“Bâtıniler için sadece emirler ve kolluk kuvvetlerinin ileri gelen şahsiyetleri hedef değildi. Onlar kendileri gibi düşünmeyen herkese savaş açmışlardı. Bu konuda sivil halk da kendilerine düşen payı almaktaydı. Nitekim 1104'te Hindistan, Mâverâünnehir ve Horasan'dan gelmekte olan hacılara saldırarak mallarını yağmalayıp insanları kılıçtan geçirdiler. Bu masum insanların tek suçu Bâtınî olmamaktı. Bu kadar gözü dönmüş ve kin duygularıyla dolu Bâtınîler'in yaptıkları elbette ki bunlar değildir. Onlar ümera dan sonra ulema üzerinde de büyük baskı ve tehdit oluşturmuşlardır.
Bâtiniler bir taraftan halk üzerinde propaganda yaparak dinî emirlerin lüzumsuzluğu ve hakikatlerin ancak masum bir imam sayesinde öğrenilebileceği düşüncesini yayıyor, bir taraftan da Selçuklu idaresinden gayri memnun insanları ele geçirerek sosyal düzeni bozacak bir ihtilal akidesi geliştiriyorlar. Dailer vasıtasıyla şehir ve kasabalardan Selçuklular'ın idaresinden hoşlanmayan insanları taraftar olarak bir araya toplayıp, bunların gayri memnun hallerinden istifade ile devlete karşı kullanıyorlardı. Bâtınîler'in en yoğun şekilde propaganda faaliyeti gösterdiği kitlelerden biri de Türkmen boylarıydı. Bâtiniler'in yalancı cennet ve nimetlerle insanları aldatmaları, bir takım tevillerle dini hükümleri hafifletmeleri onları cazip hale getirerek başarılarını kolaylaştırıyor ve propagandalarını geçerli kılıyordu.” S.313
“Selçuklular, Bâtıniler'in islâm âlemi için önemli bir tehlike teşkil ettiğini iyice anlamışlardı. Bu sahada sırf askeri tedbirler yetersizdi. Bundan daha etkili olan ve halkın zihnini Bâtıni propagandalarına karşı koruyacak faaliyetler de gerekiyordu. Selçuklular, Fâtımî medreselerinden yetişen propagandacıların yanında Hasan Sabbâh taraftarlarının propagandalarına karşı koymak ve Ehl-i sünnet inancını güçlendirmek için nizâmiyeleri açarak bu faaliyetlere karşı koyma cihetine gittiler. Bu zararlı fikirlerle mücadele etmede en iyi yolun eğitim olduğu kavranmış ve açılan medreselerle Şiî kaynaklı fikirlere karşı mücadele yürütülmüştür. Bâtıniliğe karşı en büyük mücadele Nizâmiye medreseleri ve buralardan yetişen şahıslar tarafından verilmiştir.” S.314
Nizamiye Medreselerinin Kuruluşu
“Tuğrul Bey'den sonra Selçuklular'ın başına geçen Alparslan dönemi ve bunu takip eden dönemler Selçuklular'ın en parlak çağları olmuştur. Tuğrul Bey dönemi, daha çok devletin kuruluş dönemi olma özelliğini taşırken, takip eden zamanlar müesseselerin oluşma dönemidir. Bu sebepten dolayı Alparslan dönemi devletin yeni hamleler içine girdiği dönem olma özelliğine sahiptir. Alparslan, Bağdat camilerindeki minberlerde adı ilk kez ‘sultan’ olarak okunmuş, Fırat nehrini İslâm'dan önce ve sonra ilk defa geçen Türk hükümdarı olmuş ve Şiî Fâtımîler'in Şam'dan (Suriye) çekilmesini sağlamıştır. Aynı zamanda, Mekke ve Medine'de Abbâsî halifesiyle beraber adı hutbelerde okunan da yine Sultan Alparslan olmuştur.” S.83
“Alparslan, silaha silahla, fikre fikirle cevap verme zaruretini kavradığından dolayı, yıkıcı ve bölücü hareketlerle mücadele için medreseler açmak ve buradan yetişen insanlarla mücadelesini yürütmek istemiştir. Bu işte onun en büyük yardımcısı zeki ve dirayetli veziri Nizâmülmülk olmuştur. Artık dönemine göre üniversite karakteri taşıyan nizâmiyeler açılmaya başlanacaktır.” S.84
“Nizâmiye Medreselerinin inşa edildiği başlıca şehirler şunlardır:
Bağdat, Belh, Nîşâbur, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Âmül (Taberistan), Musul, Fûsenc(Bûsenc), Harcird (Hargird), Rey, ezîretü İbn Ömer, Zebîd, Hûzistan ve Zâhir.” S.108
Nizâmiye Vakıfları
“İslâm dünyasında Hz. Peygamber'den başlayarak devam edegelen bir vakıf geleneğinin olduğu mâlumdur. Vakıflar, vakfın tanımında da izah edildiği gibi, cemiyetin hayrına olan imaret, çeşme, sebil, kütüphane, hastahane, medrese vb. konular da teşekkül ettirilmiştir. İslâm dünyasında dârülhadis, dârülkurrâ ve medreselerin büyük bir kısmı da vakıf olarak yapılmış, müderris, muid, vaiz, hafızul-kütüb ve öğrenciler için gerekli bütün harcamalar da bu vakıflarca karşılanmıştır. Bu eğitim kurumlarının tarih içerisinde en önemlilerinden biri olan Nizâmiye medreseleri de vakıf sistemine dayanmakta idi.”
Vakfı Kuruluşu ve Gayesi
“Nizâmülmülk, yapılan medreselere gelir kaynağı olarak vakıflar tahsis etmiş, böylece onları bol ve sürekli bir gelire kavuşturmuştur. Dâimi bir gelire sahip olan medreseler mali muhtariyete de sahip olmuşlardır. Bu konuda M. A. Köymen, ‘Medreseler yükseköğretime tahsis edilmiş müstakil binasıyla, medresenin emrinde yardımcı bir müessese olan kütüphanesiyle, artık aldıkları maaşlarla geçim kaygısından kurtularak kendilerini mesleklerine veren öğretim üyeleri ve yardımcılarıyla, aldıkları burslar ve kaldıkları yurtlarla kendilerini kaygısızca öğrenime vermek imkânını bulan öğrencileriyle yalnız zamanına göre değil, şimdiki zamana göre de ileri müesseseler sayılabilirler’ demektedir. Bu tarihten sonra daha da artan bir oranda vakıf ve vakıf gelirleri büyümüş, Moğol istilasıyla beraber inkıraza düşene kadar devam etmiştir.” S.126
Muidlerin Yetişmesi ve Önemi
“Nizâmiye medreseleri muidleri (müderris yardımcılığı) genelde medrese öğrencileri arasından seçilirdi. İlimde kabiliyetli öğrenciler kısa sürede derslerinde ilerlemekte ve hocasının dikkatini çekmekteydi. Keskin zekâsını ve kabiliyetini gösteren bu öğrenciler müderris tarafından muidlik görevine getirilirdi. Nizâmiye medreseleri muidleri incelendiğinde, büyük çoğunluğunun bu şekilde, yani önce Nizamiyede öğrenci iken sonradan, çalışması ve gayreti ile muidlik görevine yükseldiği görülür.” S.173
“Nizâmiye medreseleri, medrese binasından, vakıflarından tutun öğretim programlarına kadar kendinden sona gelenlere örnek olmuştur. Nûreddin Zengî'nin yaptırdığı medreselerden Fâtih Medresesi'ne kadar bütün medreseler bu modeli geliştirerek devam ettirmişlerdir. Kendine has özellikleriyle önceki medreselerden ayrılan ve yeryüzünün ilk üniversitesi olarak kabul edilen Nizâmi ye medreseleri, muidlik müessesesini ihdas edip eğitimin hizmetine vermekle ortaya yeni bir orijinalite daha koymuş oldu. Bu müderris yardımcılığının (muidlik) medresede yer alması, onun yeryüzünün ilk üniversitesi olmasını da teyit etmektedir.
Muidliğin ikinci bir önemi de değişik kabiliyetlerde öğrencileri bünyesine toplamış olan medresenin, daha az kabiliyetli öğrencilerine muidler vasıtasıyla yardım ederek, onları diğerlerinin seviyesine ulaştırmayı amaç edinip hem fırsat eşitliği sağlanmış hem de öğrencinin dersi anlamama yüzünden zaman kaybetmesi önlenmiş oluyordu. Bunların haricinde; muidlerle öğrenciyi daha fazla haşir neşir ederek, müderrise fazla zaman ayırmak ve onun öğrencilere ayıracağı zamanını ilme ve araştırmaya ayırmasına fırsat vermek de düşünülmüş olmalıdır.” S.177
Öğrenci Sayısı
“Medreselerin ortaya çıkıp XI. asırda kurumlaşmasına kadar ilim öğrenmek isteyen talebeler değişik beldelere seyahat ederek tanınmış hocalardan ders okurlardı. Bu işe ‘rıhle’ yani ‘ilim seyahati’ denirdi. Bu gezgin talebeler uzun mesafeler kat ederek ders görmek istedikleri hocanın yanına gider ve orada okurlardı. Her hocanın ihtisası ayrı sahada olduğundan, başka bir ilim dalında yeterli bilgi elde edebilmek için, bu defa da o sahada söz sahibi hocanın yanına gitmek gerekirdi.
Eğitim ve öğretimdeki bu dağınıklık, Nizâmiye medreseleri ile ortadan kaldırılmış ve bir düzene kavuşturur muştur. Öğrenci ve hocaların devlet himayesinde olup, ihtiyaçlarının da devlet tarafından karşılanması bu düzeni iyice pekiştirmiştir. Sağlanan bu düzen ve ilmi seviyenin yüksekliğinden dolayı, Nizâmiye medreselerine değişik bölgelerden öğrenci akını olmuştur. Medreselerdeki öğrencilerin kesin sayısı bilinememekle beraber, bugünkü sınıfın karşılığı denebilecek her hocanın ders halkasında kaç kişinin bulunduğu az çok bilinebilmektedir. Medresenin mali ve ilmi muhtariyeti yanında, öğrenci sayısını belirleme de tamamen müderrisin yetkisine bırakılmıştı. Bu sayının belirlenmesinde öğrencilerin talebi de rol oynuyordu. Bazı müderrislerin ders halkasında on öğrenci ders görürken, bazılarında 100 öğrenci bulunuyordu. Bu sayı müderrisin şöhretine göre değişmekte, meşhur müderrislerin ders halkasında yüzlerle ifade edilen öğrenciler bulunmaktaydı.” S.243
“Nizâmiye'de görev yapan meşhur müderrislerin ders halkalarına bakıldığında hayli kabarık sayıda öğrencinin bulunduğu görülür. Bunlardan biri olan Gazâli'nin ders halkasında 300'den fazla öğrenci bulunmaktaydı. Nişabur Nizamiyesi’nin ünlü müderrisi İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveyeni 1085 tarihinde vefat ettiğinde talebeleri 400 civarında idi. Bu talebeler üzüntülerinden okka ve kalemlerini kırmışlar, Cüveynî'nin hutbe ve vaaz verdiği el-Menîî Camii'nin minberini parçalamışlar, hocalarının arkasından günlerce gözyaşı dökmüşlerdi. Diğer bir ünlü müderris ve Bağdat Nizâmiyesi'nin hocası Ebû İshak eş-Şirazi’nin ders halkasının kalabalık olduğu da yetiştirdiği öğrencilerin çokluğundan belli olmaktadır. Zira 1082 tarihinde halifenin elçisi olarak Sultan Melikşah'a giderken uğradığı her beldede kadılık, müftülük ve hatiplik görevlerini yapan öğrencileriyle karşılaşmıştı.” S.244
Öğrenim Yaşı
“İslâm âleminde, talebe olmak için belirli bir yaş sınırı getirilmemiştir. İlme arzusu ve kabiliyeti olan herkese bu kapı açık tutulmuş, böylece bir noktada fırsat eşitliği sağlanmıştır. Talebeler, küçük yaştan itibaren öğretim halklarına dâhil edilmiş, böylece hem genç yaşta ilim yapmaları hem de birçok ilim dalında ihtisas yapmaları imkânı sağlanmıştır. İmam Şâfiî Kur'ân-ı Kerîm'i yedi yaşında hıfzetmiş, el-Muvatta isimli hadis kitabını on bir yaşlarında ezberlemişti. Yine ünlü bir âlim olan İbn Sina on yaşına geldiğinde Kur'an ve edebiyat ilimlerinde önemli mesafeler katetmiş, cebir vb. ilimlerde pek çok şeyleri ezberlemişti.
İslâm âlemindeki bu anlayışın bir devamı olarak, Nizamiye medreselerinde de öğrenci olmak için bir yaş kaydı aranmıyordu. Kişinin ilme olan iştiyakı ve kabiliyeti onun öğrenci olmasına yeterliydi. Üstelik her öğrencinin seviyesi aynı değildi. Öğrenciler değişik yerlerde, değişik seviyelerdeki kişilerden okuduktan sonra Nizâmiye'de öğrenci olabildikleri gibi, bütün yüksek tahsil hayatlarını Nizâmiye'de tamamlamış da olabiliyorlardı.” S.245
Eğitim Süresi
“Nizâmiye medreselerinde öğrenciler için kesin bir yaş sınırı olmadığı gibi, eğitim süresi içinde kesin bir rakam vermek de mümkün değildir. Bunun temel sebebi, nizâmiyelerden önceki medreselerde de belli bir öğretim süresinin olmaması ve eğitimin yıl bitirme esasına göre değil, belli kitapları okuma esasına dayanıyor olmasındandır. Öğrenci her bilim dalı için belli kitapları okuyup, oradaki bilgileri iyice öğrenmedikten sonra bir üst kitaba geçemiyordu. Öğrenciler değişik beldelerde ve değişik seviyelerdeki âlimlerden okuyarak Nizâmiye'ye geliyorlardı. Bu sebeple bazı öğrencilerin önceki hocadan okumuş olduğu kitabı veya dersi ikinci kez okumasına gerek kalmadan bir üst seviyeye geçiyordu. Fakat o kitabı okumadan gelen öğrenci, ister istemez bahsedilen kitabı okumak mecburiyetindeydi.
Bu da öğrencilerin medresedeki kalış sürelerini uzatıyor veya kısaltıyordu.
Benzer şekilde öğrencinin zekâ seviyesi ve gayreti de medresede kalma süresini kısaltmakta idi. Mesela, Gazâlî, İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin yanında okumaya başladıktan sonra çalışkanlığı ve zekâsı yüzünden kısa sürede ilerleyerek arkadaşlarını geçmiş, hatta hocasına muid bile olmuştu. Gazâlî bu kadar kısa sürede eğitimini ikmal ederken, Ebû İmrân Musa b. Hamûd b. Hamdan el-Maliki, Nizamiye De yaklaşık on yedi sene okumuştu. Şüphesiz bu iki şahıs kutup noktaları gibi birbirlerine ters durumları göstermektedirler. Fakat normal eğitim süresi, bu iki sürenin arasında ve şahsın seviyesine göre değişmekteydi demek yanlış olmaz.” S.248
“Bu değişik misallerden de anlaşılacağı üzere; hocanın, ders halkasına girecek öğrencileri belirlemesi gibi bir ilmî hürriyetinin yanında, öğrencinin de istediği hocada okuma ve ilim tahsil etme hürriyeti vardı. Böylece hem ilim adamları arasında iyiyi ve güzeli yakalamak için bir rekabet oluşmuş hem de öğrencilerin kendilerine daha faydalı gördükleri hocadan ders okuma gibi bir hürriyetleri meydana çıkmış oluyordu. Bu durum eğitimde kaliteyi teşvik etmiş ve ilmi seviyeyi yükseltmiştir.” S.249
Öğrencilerin Yetişmesi ve Aldıkları Görevler
“Selçuklu Devleti'nin üniversiteleri olan Nizâmiye medreselerinde yetiştirilen öğrencilerle, devletin ihtiyaç duyduğu adli, dini, mali ve bürokratik sahada çalışacak insanların yetiştirilmesi hedefleniyordu. Medresenin ders programı da resmi dini akideyi öğretmeyi ve nizama uymayı ihtiva eden dersleri kapsamaktaydı. Bu medreseden yetişen kişilerin temiz ve dürüstlüğü sayesinde Selçuklu Devleti idareyi elinde toplayabilmişti. Medreseden mezun olanlar devletin çeşitli kademelerinde görev alıyordu. Nizâmiyeler bu şekliyle ilim ve fikir hayatında büyük rol oynamakla kalmamış, devletin ihtiyaç duyduğu bürokratları da yetiştirerek bunların yetkili kişiler olarak yüksek mevkilerde görev yapmalarını da sağlamışlardır.” S.254
Okutulan Dersler
“Selçuklular'dan önce açılan medreselerde ve Selçuklu medreselerinde belirli bir ders programından bahsetmek imkânsızdır. Çünkü müderrisler ilmi faaliyetlerinde tamamen serbesttiler. Onları belirli bir konuda ders vermek veya belirli müfredat programını uygulamaya zorlamak gibi bir husus düşünülemezdi. Müderrisler kendi seçtikleri dersleri okuturlar, bu da genellikle müderrisin uzmanlık dalında olurdu.
Nizâmiyeler sadece medrese binası, kütüphane, medrese vakıfları gibi konularda yenilikler getirmemiş, eğitimin merkezileştirilmesi yanında, ders programlarında da yenilikler getirmiştir. Ders programlarındaki en büyük yenilik; ihtisas konusuna yer verilmesi ve her dersin o sahanın uzman hocalarına verdirilmesidir. Her ders için kürsü oluşturulmuş ve bu kürsüde o dersin hocası ‘nahiv üstadı’, ‘hadis üstadı’ vb. adlarla ait olduğu ilim dalında eğitim vermiştir. Medrese denince sadece tek bir ilim dalının eğitiminin yapıldığı yer olarak anlamamak lazımdır. Medrese, bugünkü üniversitenin tam teşkilatlı olmayan şeklidir; yani devrinin üniversitesidir. Dolayısıyla bir medrese birkaç fakültenin birleşmiş halidir.” S.260
Ehl-i Sünnet Fikrinin Güçlenmesi
“Fıkhî mezhep olarak Şâfiiliği ve itikadî mezhep olarak da Eşarîliği öğreten nizâmiyeler bu sahanın en önde gelen şahsiyetlerini yetiştirmişlerdir. Ebû İshak eş-Şirâzi, Cüveynî, Gazâlî gibi şahsiyetler Nizâmiye'nin büyük müderrisleridir. Bunlar hem Şâfiî mezhebinin hem de Eş'arî kelâmının büyükleridirler. Eşarîlik, Mu'tezile'ye karşı çıkmış bir mezhep olarak teorilerini Mu'tezile'ye ve felsefecilere karşı geliştirmiştir. Eş'arî doktrininin en büyük takipçisi İmam Eş'arî den sonra Bâkıllânî olmuştur. Bâkıllâni'nin görüşleri de İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî tarafından geliştirilmiştir. Cüveynî'den sonra bayrağı Gazâlî devralmıştır. Gazâlî sadece Eş'ari kelâmını devam ettirmekle kalmamış, Eşarîliğin nihai zaferini de temin etmiştir.” S.289
“Bu sahada Gazâli'den önce gayret gösteren ve eser verenlerin başında aynı zamanda Gazâli'nin de hocası olan İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî gelir. Nisâbûr Nizamiye Medresesi'nin de müderrisi olan Cüveynî, hem Ehl-i sünnet düşüncesinin gelişmesinde büyük rol oynamış hem de yetiştirdiği öğrencilerle bu müdafaa ekolünün devam etmesini sağlamıştır. Cüveynî, yazmış olduğu el-Akidetün-Nizamiyye adlı eserine normal olarak ilmihal kitaplarında olmayan bir bölüm ekleyerek Bâtınîler'in dinî hakikatlerin masum bir imam tarafından öğrenilebileceğini ve bunun da nasla tayin edilen Hz. Ali soyundan bir şahısla mümkün olabileceğini savunmalarını boşa çıkarmak, onların yanlışlığını ortaya koymak istemiştir. Başka bir eserinde de Bâtıniler'in gerçek halifenin Fâtımî halifeleri olduğu ve insanların o halifeyi tanımaları gerektiği görüşünü reddetmiştir.
Cüveynî’den sonra Bâtınîler'e karşı en büyük mücadeleyi veren şahıs onun öğrencisi Gazâlî'dir. Gazâlî, gerek Nizâmiye Medresesi'ndeki müderrisliğiyle yetiştirdiği talebelerle, gerekse bu sahada otorite olması hasebiyle yazdığı eserlerle Ehl-i sünnet görüşünü savunmuş, Bâtınî propagandaları geçersiz kılacak çalışmalar yapmıştır. Gazâli'nin bu sahadaki en meşhur eseri bizzat halifenin emriyle kaleme aldığı Fedaihu'l-Batıniyye adlı eseridir.” S.315
“Bizzat halife tarafından, Bâtınîler'in fikirlerini çürütmekle görevlendirilen Gazâlî, bu konuda büyük bir mücadele vermiştir. Kelâm âlimlerinin yaptığının aksine, bu mücadelede tamamen aklı ön plana çıkararak naslara ikinci planda yer vermiştir. Böylece aklî metotlar kullanarak halk üzerinde tesirli olan Bâtınîler'e karşı kendi silahlarıyla cevap verilmiştir. Bâtınîler'e karşı Hüccetü'l-Hak, Mufassılü'l-Hilâf, el-Kıstâsü'l-Müstakîm gibi eserleri de kaleme alan Gazâlî, Fedâihu'l-Bâtıniyye adlı eserindeki uzun izahları biraz daha muhtasar hale getirerek özetlemiş ve herkesin anlayabileceği bir üslupla Kitâbü Kavâsımi'l-Bâtıniyye adıyla bir risale şeklinde yeniden kaleme almıştır. Gazâlî bununla da iktifa etmemiş, el-Münkiz mine'd-Dalâl adlı eserinde de Bâtınîler için bir bölüm ayırarak, burada onların delillerini tartışıp aklî metotlarla çürütme cihetine gitmiştir.” S.316
“Nizamiye medreseleri gerek yetiştirdikleri öğrencileri değişik İslâm ülkelerine göndererek, gerekse değişik beldelerden gelen öğrencileri medresede okutarak ortak bir fikrin doğmasına da etkili olmuşlardır. Bağdat ve diğer önemli şehirler birer kültür merkezi haline gelmiş, buralardan yetişen insanlar bu zengin kültürü etrafa taşımışlardır.
Mısır, Suriye, Mağrip, Azerbaycan, Endülüs gibi yerlerden tahsil görmek için gelen öğrenciler, tahsillerini tamamladıktan sonra vatanlarına dönerek öğrendikleri ilmi oralara taşımışlardır. Bu da ortak bir inancın, ortak bir kültürün bu ülkelerde yayılması, Sünnilik ortak paydasında insanların birleşmesi demektir. Böylece aynı düşünceyi paylaşan ve aynı konular üzerinde hassaslaşan bir toplum meydana getirilmiş oldu. Bu hareket, nizamiyelerin kuruluş gayesi olan Sünniliği güçlendirmek ve İslâm'ın özüne ters düşen yıkıcı faaliyetleri engellemek idealini, bu şahıslar vasıtasıyla o bölgelere taşımanın yanında, nizâmiyelerdeki seviyeli ilim anlayışını da o bölgelere taşımak anlamındadır.” S.323
Türkler'in İslamlaşmasında Nizâmiyelerin Rolü
“Mâverâünnehir'in İslâmlaşmasında en büyük rol öncü mutasavvıf Ahmed Yesevî yoluyla olmuştur. Ahmed Yesevî, çok sevilen tarikatıyla Türkler arasında İslâm'ın yerleşip yayılmasını temin etmiştir. Türkler'e ulaşan İslam, Sünni kanallardan geçerek geldiği gibi, daha sonra aynı kanaldan gelen tasavvuf hareketi de yine Sünni karakterli olmuştur. Bu durumdaki tasavvufun gelişmesi Türkler arasında ayrılığın ve Râfiziliğin yayılmasına engel olduğu gibi, bunun neticesi olarak şer'i esaslara da derin ve samimi bir uyma görülmüştür. İşte, gelişen bu harekette nizâmiyelerin rolü ne olmuştur sorusu, cevaplandırılmayı beklemektedir.” S.339
Nizâmiye'nin Yesevîlik, Bektaşîlik ve Nakşilik Üzerindeki Tesirleri
“Nizâmiye medreselerinin en büyük fonksiyonlarından birinin de şeriat-tarikat çekişmesini ortadan kaldırarak bir uzlaşmayı temin etmiş olması daha önceki kısımlarda görülmüştü. Böylece tasavvuf, Ehl-i sünnet çevrelerindeki sakıncalı pozisyonundan kurtulmuş ve Sünnî çevreler arasında yayılmaya başlamıştı. Bu durumun meydana gelmesinde Cüveynî, Gazâlî, Ebû İshak gibi Nizâmiye müderrislerinin rolü büyük olmuştu.
Nizâmiye'den yetişen mutasavvıflardan ve belki de bizim tarihimizde en fazla etkili olanlardan biri Yusuf-i Hemedâni'dir (v. 1140). Yusuf-i Hemedâni, ömrünü hocalıkla geçirmiş ve hayatta iken pek çok kerametleri zuhur etmiş bir şahsiyetti.” S.340
“Sultan Sencer de şeyhe büyük saygı duyardı. Yusuf-i Hemedânî, halka dinî bilgileri öğretmekten üşenmez, İslâmiyet'in bütün akidelerini tevilsiz kabul ederdi. Irak, Horasan ve Mâverâünnehir'in değişik yerlerini dolaşarak halkı irşad ile meşgul olmuştur.
Nizâmiye'den yetişen bu ünlü şeyh, Horasan ve Maverâünnehr'de irşad faaliyetlerini yürütmüştür. Şeyhin dört büyük halifesi vardır. Abdullah-ı BerakÎ, Hasan-ı EndaÎ, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlik-ı Gucdüvânî.
Yusuf-i Hemedânî'nin üçüncü halifesi olan Ahmed Yesevî, Doğu Türkistan'ın Aksu sancağına bağlı Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. Sonra Oğuz Han'ın hükümet merkezi Yesi'ye gelerek ilk tahsilini burada yapmış ve buradaki tanınmış Türk şeyhi Arslan Baba'nın teveccühünü kazanmıştır. Tahsilini tamamlamak için Buhara'ya gitmiş, önemli bir kültür merkezi olan Buhara'da ilim tahsil ettikten sonra, devrin önde gelen âlim ve mutasavvıfı Yusuf-i Hemedânî'ye intisap etmiştir. Ahmed Yesevî'nin şahsiyeti Yusuf-i Hemedâni'nin terbiyesi altında teşekkül etmiş ve biçimlenmiştir. Yesevî, hocası Yusuf-i Hemedânî'yi ilim ve feyiz kapısı olarak kendisine rehber edindi; hocasının terbiyesinde gelişimini tamamlayarak onun meşhur dört halifesinden biri oldu.” S.341
“Türkistan velilerinin kol başı olan, aynı zamanda Türkistan büyüklerinin çoğunun nisbeti kendisine bağlı olan Ahmed Yesevî, tıpkı mürşidi gibi bir fakih ve din âlimidir.
Şeriatla tarikatı kaynaştırmış, dini emirlere karşı lakaytlığın tarikata da uymayacağını insanlara telkine çalışmıştır. Eserlerinde İslâmî itikadı sarsacak imalara bile rastlanmaz. Şer'i emirlere sıkı bağlıdır; bir vakit namazını kılmayanın domuzdan farkı olmayacağını söyler. Yesevî'nin hocası Yusuf-i Hemedânî'nin Nizâmiye'den yetiştiği ve Sünnî Nizâmiye ruhunu Mâverâünnehir'e taşıdığı; Yesevî'nin düşüncelerinin de hocasının tesiri altında teşekkül ettiği düşünülürse bu durumun gayet tabii bir sonuç olduğu görülür. Bunun aksini düşünmek Yusuf-i Hemedâni'ye ve onun yetiştiği ilim merkezi olan Nizâmiye Medresesi'ne haksızlık olur.” S. 342
“Ahmed Yesevî'nin tarikat sahası, Acem kültürünün sürdüğü bir bölge olmasına rağmen, eski Hint ve İran inançlarını İslamiyet ile uzlaştırmaya çalışan serbest düşünceli Acem mutasavvıflarının tesirinde kalmadı. Şeriat ve tarikatı uzlaştırarak, dinin emirlerine karşı gelmenin tarikat adabına da uymayacağını açıkladı. Bu nedenle Yesevî, çoğu zaman bir sufiden ziyade, bir hoca gibi davranmıştır. Bu davranışıyla Nizamiye geleneğinin tesirinde olduğunu söylemek herhalde yersiz olmaz.
Yesevîlik, Nakşibendilik ve Kübrevilik gibi bir Türk tarikatı olan Bektaşîlik de silsile itibariyle önce Yesevî'ye sonra da Yusuf-i Hemedâni'ye bağlanır. Horasan'da daha XIII. asırda Haydariyye tarikatının doğmasına sebep olan Yesevîlik, bu asrın ikinci yarısında Babaîlik ve Bektaşîlik tarikatlarının doğmasına da tesirli oldu. Haydarîliğin kurucusu Kutbüddin Haydar, Yesevî'nin müridi olup, Horasan vilayetinde irşadla vazifelendirilmişti. Anadolu'ya akıp gelen Türkmen babaları arasında Yesevî dervişleri, İsmailî dâileri ve Kalenderiler mevcuttu. Kendilerini Babaîlik ile sıkıca irtibatlandıran Bektaşîlik de Anadolu'da yayılan bir tarikattır. Bektaşîlik, doğuşuna tesir eden Babaîlik ve onun doğuşuna tesir eden Haydarîlik'le Yesevîliğe bağlanır.” S.344
“Yesevîlik ve Bektaşîlikten ayrı olarak tamamen Sünni akide üzerine kurulan, Türkistan ve Horasan'ın Sünnileşmesine büyük etkileri olan Nakşibendi tarikatı da yine Yusuf-i Hemedâni'nin dört büyük halifesinden biri olan Abdülhâlik-ı Gucdüvâni tarafından kurulmuştur. Daha sonraları tarikata adını verecek olan Bahaeddin Nakşibend Ehl-i sünnet akidesine sıkı bir bağlılık göstermenin yanında, bu tarikatın silsilesini Hz. Ali yerine Hz. Ebû Bekir'e bağlamak suretiyle diğer tarikatlarda görülen az çok Şiilik tesirlerini tamamen ortadan kaldırdı. Yaşadığı Buhara'da dini bilgilerinin genişliği ve tasavvuftaki engin bilgisiyle bu iki ilim dalını birleştirip zâhiri din âlimlerinin itirazlarını susturdu.
Nakşibendilik, Abdülhâlik-1 Gucdüvânî vasıtasıyla Yusuf-i Hemedânî'ye bağlanırken; Yesevîlik, bu dört halifeden biri olan Ahmed Yesevî ile Yusuf-i Hemedâni'ye bağlanır. Dolayısı ile bu iki Türk tarikatı aynı silsileden ve aynı felsefeden gelirler. Nakşibendi tarikatının daha sonradan bu adı almasına sebep olan Bahaeddin Nakşibend, hocası Emir Külâl'den hilafet aldıktan sonra, Yesevî şeyhlerinden Kasım Şeyh ve Halil Ata ile tanışmış, on iki sene Halil Ata'nın sohbetlerine devam ederek onunla birlikte olmuştur. Gerek ilk üstatlar, gerekse Halil Ata yoluyla Yesevîliğin Nakşibendi tarikatı üzerinde tesirlerinin olmaması mümkün değildir. Bu tesiri kabul etmek doğrudan Yusuf-i Hemedânî’nin tesirini, bir başka deyişle Nizâmiye Medresesi'nin tesirini kabul etmek demektir.” S.346
Prof. Dr. Ahmet Ocak tarafından kaleme alınan eser, Nizâmiye Medreseleri hakkında yapılmış en önemli çalışma olup İslâm dünyasının içinde bulunduğu felaketten kurtulmak adına dikkatle incelenmesi gerekir.