İslâm Hukukunda Gâye Problemi - Alparslan Aydar

İslâm Hukukunda Gâye Problemi


Cemiyet halinde yaşayan insanların; itikadi, ahlâki, ictimaî ve siyasi hükümlere ihtiyaçları vardır. İlâhi beyanların hikmetini, illetini, sebebini ve insanoğluna sağladığı mahlahatı dikkate alan İslâm âlimleri “Makâsıdü’ş-Şerîa’  meselesi üzerinde hassasiyetle durmuşlardır.   Allah (cc) hükümlerini , kullarının maslahatı için koymuştur. Bu maslahat; ‘ya faydalı olanı elde etmek veya zararlı olanı ortadan kaldırmak’ şeklinde tezahür edebilir.

Hükümler, kaynak ve metod açısından incelenebilir. Kaynak, hükümlere dayanak olan delillerdir. Metod ise bu hükümleri delillerden çıkarma yöntemidir. Hukukun gayeleri konusu, delillerden hüküm çıkarırken, müctehidin temel fıtrî/zarûrî ihtiyaçları dikkate almasını ve hükümleri buna bina etmesini ifade eden bir yöntemdir. Bu yöntemle hem kaynağın gücü ve bağlayıcılığı ortaya çıkmış olur, hem de mükellef açısından, işlediği fiilin sebep ve hikmeti anlaşılmış olur. Böylece mükellef, yaptığı işi bilerek ve tatmin olmuş bir gönülle yapar.

İslâm Hukukunda Gâye Problemi
Dr. Ali Pekcan
Rağbet Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 284 / Temmuz 2014

İslâm, hükümleri vaz’ ederken mutlaka insanın yararına olmak üzere bir takım gaye ve hedefleri gözetmiş, gerekçesiz ve amaçsız hiçbir hüküm bina etmemiştir.

Hükümler, kaynak ve metod açısından incelenebilir. Kaynak, hükümlere dayanak olan delillerdir. Metod ise bu hükümleri delillerden çıkarma yöntemidir. Hukukun gayeleri konusu, delillerden hüküm çıkarırken, müctehidin temel fıtrî/zarûrî ihtiyaçları dikkate almasını ve hükümleri buna bina etmesini ifade eden bir yöntemdir. Bu yöntemle hem kaynağın gücü ve bağlayıcılığı ortaya çıkmış olur, hem de mükellef açısından, işlediği fiilin sebep ve hikmeti anlaşılmış olur. Böylece mükellef, yaptığı işi bilerek ve tatmin olmuş bir gönülle yapar.

 

MAKÂSIDÜ’Ş-ŞERİA

İslâm Hukukunda, hukukun kaynağı, mantığı ve amaçladığı hedeflerin ele alınıp, incelendiği hukuk felsefesi disiplinine üç temel isim altında yer verilmektedir. (Sh:26)

1. Makâsıdü’ş-Şârî ya da Makâsıdü’ş-Şerîa

2. Hikmetü’t-Teşrî

3. Felsefetü’t- Teşrî

Makâsıdü’ş-Şeria

Makâsıd sözcüğü lügatte ‘maksıd’, kelimesinin çoğuludur. Maksıd ise, mekân ismi olarak hedeflenen yer demektir.

Şeria, sözcüğü ise, lügatte, suyun doğup çıktığı yer, kaynak anlamına gelir. (Sh: 26)

Terim olarak şeriat sözcüğü ‘Allah Teâlâ”nın kullarına din olarak belirlediği kural ve hükümlerin bütününü ifade eder.

Tahir b. Âşûr (ö.1973), usûlcülerin Makâsıdü’ş-Şeria’yı; ‘Kanun (koyucu)nun hükümleri vaz ederken, gözettiği ve hedeflediği, hikmet, hedef, gerekçe ve manalardır.’ şeklinde tarif ettiklerinden bahsederken Allal el-Fâsî (ö1974) ise, “Makâsıdü’ş-Şerîa’dan kastedilen, Şârî’n’in hükümleri koyarken amaçladığı gaye ve sırlardır’ diye bir tanım yapar. (Sh: 27)

Bu yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere, Makâsıdü’ş Şerîa’dan kasıt, ‘kanun ve hükümlerin ruh ve mantığıdır’ denir.

Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, bu ismi ilk kez kullanan kişi, ‘İmâmü’l-Harameyn’” lakabıyla meşhur, ünlü usûlcü ve fakih, Cüveynî’dir. (ö.478/1085) O, bu terkîbi ‘el-Bûrhân fî Usuli’l Fıkh’ adlı eserinde sıkça kullanır. Mesela O, şeriatı anlamada ‘Makâsıdü’ş-Şarî’nin öneminden bahsederken, usûl-ı fıkıhta ‘mübah’ kavramını inkâr eden Mu’tezilî âlim el-Ka’bî’ye (ö.319/931) cevap sadedinde şöyle der; ‘Emir ve nehiylerde bulunan maksadları iyice kavramayan kimse, şeriat konusunda bâsiret üzere değildir.’ (Sh: 27)

Müctehidin hukukun gayelerini bilmesi konusunda teorik ve pratik olarak üç temel yararından söz etmek mümkündür. Bunlar: Nassların doğru anlaşılıp yorumlanması, hukuki problemlerin çözümünde yeni bir yöntem ve mükelleflere psikolojik ve moral destek sağlamasıdır. (Sh: 35-39)

Şah Veliyyullah Dihlevî (ö.1176/1762), Şâri’in maksatlarını araştırmanın birçok yararı olduğunu şu başlıklar halinde özetler. Böyle bir çalışma:

a. İslâm Hukukunun kemâlini ortaya koyar.

b. Mükellefi kalbi huzura kavuşturur. Mükellef, yaptığı işin meşruiyetini bilir ve fiillerini bilinçli olarak yerine getirir.

c. İslâmi hükümlerin akla uygun ve yatkın olmadığını ileri sürenlere karşı cevap vermede hazırlıklı kılar.

d. Fakihler arasındaki görüş ayrılıklarının nedenlerini tesbitte yardımcı olur.

e. Sahih hadislerin şer’i maslahatlara uygun olduğunu ortaya koyar ve Rasulullah’ın mu’cizelerinin makul bir biçimde anlaşılmasını sağlar. (Sh: 39)

Makâsıdü’ş-Şerîa teorisinin fikri temelleri husun-kubuh ve hükümlerin ta’lili başlıkları altında incelenir. (Sh: 40-49)

İnsan fiillerinin bir takım hikmet ve maslahatlarla ta’lil edilebileceğini söyleyen usulcüler, ilahi fiillerin de böyle bir takım hikmet, maslahat ve özel gayelere bağlı olarak meydana gelip gelmediği konusunu ‘ta’lîlü’l-ahkâm’ başlığı altında ele alırlar. Sh: (43)

Makâsıd ve maslahat konuları, klasik usûllerde bir hüküm çıkarma yöntemi olan kıyas başlığı altında yer alırken sonraki dönemlerde ise Maslahat-ı Mürsele ve Makâsıdü’ş-Şerîa gibi müstakil başlıklar halinde ele alınır.(Sh: 49)

Terim olarak kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak nitelik (illet) dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır. Bu tarife göre kıyas, dört rukünden meydana gelmektedir.

Asl; (el-Mâkîsu aleyh): Bu, hükmü beyan eden nass olup, ‘hükmün kaynağı’ adını alır.

Fer; (el-Makîsu): Hakkında nass bulunmayan konudur.

Hüküm; Kıyas yoluyla asl’dan fer’e geçirilmesi istenen şeydir.

İllet; Bu hem asıl’da hem de fer’de bulunan vasıftır.

Daha sonra bu noktalar izah edilir. (Sh: 51-66)

 

İslâm Hukukçularının Kıyas Dışı Metod Arayışları

Teşekkül ve tedvin dönemi İslâm Hukukçuları Sahabe döneminde uyguladığı bilinen fakat isim ve kavram olarak ortaya çıkmamış maslahat, istihsân, örf, ıstıshâb, gibi delilleri, kıyasın işlemediği alanlarda bir yöntem olarak devreye sokmuşlar. Bu yardımcı kaynaklardan yararlanma yoluna gitmişlerdir. İslâm Hukukçularının geliştirdiği bu yöntemlerin temelinde ‘İslâm Hukukunun korunması ve gerçekleşmesini istediği genel-özel bir takım maslahat ve yararları sağlama’ düşüncesi yatmaktadır. Kıyas dışı hüküm çıkartma yöntemlerinden biri olan İstihsân Hanefî ve Malikî hukukçular tarafından kendine sıkça başvurulan bir yöntemdir. (Sh: 68)

Maslahat-ı Mürsele (Istıslah)

Mesalih-i mürsele, hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edebilmesi, insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren, fakat muteber veya geçersiz sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan manalardır. (durum veya gerekçelerdir. )(Sh: 70)

Masalih-i Mürselenin Delil Oluş Değeri

Mesâlih-i mürseleyi bir hüccet kabul edenler, hiçbir kayıt ve şarta tabi tutmaksızın mesâlihe göre hüküm vermemişler, aksine bunun için bir takım şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu şartlardan biri bulunmadığında mesâlih-i mürseleye göre hüküm vermemişlerdir.

Daha sonra Mesâlih-i Mürseleyi hüccet kabul etmeyenler ve delilleri ile Mesâlih-i Mürselenin önemi açıklanır. (Sh: 70-81)

İslâm Hukukçularının Görüşleri Bağlamında Makâsıdü’ş-Şerîa Çalışmalarının Tarihi Seyri

Makâsıd ve maslahat konusuna ilişkin ilk değerlendirmeleri yapan ve bu konuda ilk defa söz eden kimse olarak, ünlü usûlcü Cüveynî (ö.478/1085)’dir.

‘Makâsıd’ konusunun, özellikle ‘kelamı-felsefî’ tartışmaların doruk noktaya ulaştığı dönemde gündeme geldiğini görmekteyiz. Hicri 2. ve 3. asırlarda bilhassa Mûtezilî kelâmcılarla, Eş’arî kelamcılar arasında geçen, kelâmî-felsefî içerikli konuların odak noktasını oluşturduğu tartışmaların yoğunlaştığı dönemin hemen sonrasında bu konunun ele alınmaya başlanması bir tesadüf sayılamaz.

Cüveynî’den önceki dönemde Hakîmü’t-Tirmizî (ö.yaklaşık 3. asır), klasik bir usûlcü ve fakih sayılmasa da ‘makâsıd’ sözcüğünü eserlerinde ilk kullanan kimse sayılabilir. Kitaplarının birisinin ismi ‘es-Salâtu ve Maqâsıduhâ’ dır. (Sh: 86)

Cüveynî’nin görüşlerinin oluşmasında en çok etkili olan şüphesiz ki, eserleriyle kendisine hocalık etmiş olan Bâkıllânî’dir (ö. 403/1012). Bâkıllânî, hem kelamcı hem de usûlcü olması dolayısıyla, önemli usûl ve kelâm eserlerini kaleme almıştır.

Bâkıllânî kelâmî ve felsefi alanda Mu’tezile ekolü mensuplarıyla büyük tartışmalar yapmış, sünnî düşünceyi sistemli ve tutarlı bir biçimde savunmayı başarmıştır. Bu derin içerikli tartışma zemininde çok yararlı eserler birbiri ardına ilim dünyasına sunulmaya başlamıştır. (Sh: 87)

Cüveynî, İslâm Hukuku’nun temelleri olan nass’ların ta’lil edilebilirliğini savunan usûlcülerdendir. O, müctehidin hukukun gayelerini bilmesi gerektiğini vurgulamakla kalmaz, aynı zamanda bu hususa riayet etmeyenleri şiddetle eleştirir.

Mesela O, teyemmüm konusunda kendi yaptığı ta’lili savunmak ve ünlü mu’tezilî usûlcüsü el-Ka’bî (ö.319/931)’yi reddetmek üzere şöyle der; ‘(Dindeki) emir ve nehiylerin maksatlarını iyice kavrayamayan kimse, şeriat konusunda basiret üzere değildir’.(Sh: 88)

Gazzalî, Makasıdü’ş-Şerîa konusunda söz eden ikinci önemli şahsiyettir. Hükümlerin ‘muallel’ ve ‘muallel olmayan’ şeklinde ikiye ayrıldığını, muallel olan hükümlerdeki illetlerin bir kısmının doğrudan ve ilk bakışta anlaşıldığını, bazılarının ise ‘taksim ve sebr’ yöntemi izlenerek derinliğine düşünülmek suretiyle tesbit edilebileceğini söyler. İlletin tesbit yöntemlerinden bahsederken, Nass (sarih), Nass (îmâ), İcmâ ve Münâsebet şeklinde sıralar.

Ve mutlak olarak maslahatın delil olmadığını, ancak Kitap, Sünnet ve İcma’dan anlaşılan bir maksadı korumaya yönelik olursa geçerli olacağını belirtir. Yani Kitap, Sünnet ve İcma’ın desteklemediği hiçbir maslahatın geçerli olmadığını söyleyerek, ‘ıstıslâh’ ve ‘mesâlih-i mürsele’yi bir delil olarak alamayacağımızı savunur.(Sh: 94)

Gazzalî’nin el-Mustasfa’sı, daha sonra gelen usul yazarları için, Fahruddin Er-Razi (Ö.606/1209)’nin muazzam çalışması ‘el-Mahsul’ ortaya çıkıncaya kadar başlıca bir etki kaynağı olarak kalmıştır

İzz b. Abdisselâm (Ö.660/1262) Şâfiî mezhebine mensûb olup, ‘Sultânu’l-Ulemâ’ lakabıyla anılan İzz b. Abdisselâm, maslahat konusunda en çok söz eden usûlcülerden biridir. O usûlcülüğünün yanısıra iyi bir tasavvuf eğitimcisi idi. Maslahat konusunu ele alırken, hukukun sûfî yorumlaması yönünde belirgin bir eğilimi bulunduğu kendini gösterir. (Sh: 98)

İzz b. Abdisselam’a göre maslahatlar iki kısımdır. Ahirete yönelik maslahatlardır ki, sevab elde edip, cezadan kurtulmayı ifade eder. Dünyaya yönelik maslahatlar ise, Zarurat, Hâcât, Tekmilât olmak üzere üç mertebeden oluşur. (Sh: 99)

İbn Teymiyye (Ö.728/1328), eserlerinde ‘maslahat’ ilkesine önem verirken, öte yandan mesalih-i mürsele’nin hüccet oluşunda ulemanın büyük ihtilaf içerisinde olduğunu, zaman içerisinde bu ilkeye dayalı olarak bir takım siyasi kararların verildiğini belirtir, konunun hassas olduğunu dolayısıyla bu ilkeye dayalı olarak yapılacak tasarruflarda oldukça titiz davranılması gerektiğini öğütler. (Sh: 104)

Bu hususta şöyle der;

‘Allah’ın peygamber gönderip, kitap indirmesinin en temel amacı, insanların Allah ve kul haklarının söz konusu olduğu yerlerde adaletle hükmetmelerini sağlamaktır.’ (104)

İbn Kayyım el-Cevziyye(Ö.751/1350), hocası İbn Teymiyye gibi üzerinde durduğumuz konuya doğrudan temas etmez, makasıd konusunda genel ifadeler kullanır. Yeni bir makâsıd kuramı getirmez.(Sh: 105)

Şeriatın temeli ve esası; hikmetlere, kulların dünya ve ahiretteki maslahatlarına dayanır. Şeriat bütünüyle adalet, bütünüyle hikmet, bütünüyle maslahatır. Herhangi konu adaletten çıkıp zulme, rahmetten çıkıp onun zıddına, maslahattan çıkıp mefsedete, hikmetten çıkıp abese yönelirse o konu artık şeraitten sayılmaz.’ (Sh: 106)

İbrahim Eş-Şâtıbî (Ö.790/1388) bütün İslâm Hukuk tarihçilerinin ortak kanaatine göre, ‘Makâsıdü’ş-Şeria’ teorisini yeni ve sistemli bir üslupla ele alan en büyük hukukçudur. Nitekim ünlü eseri ‘el-Muvâfakât’ta konuyu müstakil olarak ele almış, önceki yapılan çalışmaları bir adım daha öteye götürmüştür.

Önceki usûlcüler, konuyu usul-ı fıkıh kitaplarının ‘kıyasın illetini tesbit yolları’ bölümünde ele almışlar, Şâtıbi’ye gelinceye değin büyük ölçüde birbirlerini taklid etmişlerdir. Yani Cüveynî’nin temellerini attığı ‘Makâsıd’ teorisi, Gazzâli’nin elimizdeki üçlü kategorik bölümlemesinden sonra çok küçük değişikliklerle Şâtıbî’ye kadar ulaşmış, Cüveynî- Şâtıbi arasındaki dönemde konu bir tekrarlar manzumesinden öteye gidememiştir.(Sh: 108)

Şah Veliyyuuah Dihlevî (Ö.1176/1762) maslahat ve hikmet-i teşri konusunda söz eden müelliflerden biridir. Onun ‘Huccetullâhi’l-Bâliğa’ adlı ünlü eseri, İslâmi hükümlerin dayandığı maslahat ve hikmetlerden bahseden nadir eserlerden biridir.” (Sh: 110)

Tâhîr B. Âşûr (Ö.1393/1973), Şâtıbi’den yaklaşık altı asır sonra ‘İslâm Hukukunun Gayeleri’ konusunu, müstakil bir çalışmayla ele alıp, görüşlerini açıklamıştır. Aynı adı taşıyan bir de kitap te’lif etmiştir. Onun bu eseri, ilim dünyasında ‘İslâm Hukuk Tarihi’ boyunca yazılmış en güzel çalışmalardan biri olarak kabul edilmiş, büyük yankılar uyandırmıştır. O, Şâtıbi’nin bu konuda yaptığı çalışmaları daha da ileri götürmüş, ‘Makasıd Teorisi’ni kendi görüşlerini de ekleyerek günümüze taşımıştır.’ (Sh: 111)

 

MAKÂSIDÜ’Ş-ŞERÎA’NIN ÜÇ MERTEBESİ VE BU ÜÇ MERTEBEVİ TAMAMLAYAN UNSURLAR

a.Makâsıdü’ş-Şerîa’nın Üç Mertebesi

İslâm dini insanların dünya ve ahiret hayatında mutlu olmaları, rahat ve huzurlu bir biçimde yaşaması için onların ihtiyaç duyduğu bütün gereksinimlerini giderecek hükümler koymuştur.

İşte İslâm Hukuku’nun en büyük gayesi; insanın dünya ve ahiret hayatında mutlu olmasını sağlayacak yararlı şeylerin teminini sağlamak, ona zarar veren şeyleri ortadan kaldırmaktır.

Bu nedenle; maslahatların ya da makâsıd’ın temelinde insanın ihtiyaç sahibi bir varlık oluşu, olgusu yatmaktadır. Daha açık bir ifade ile maslahatın elde edilip, mefsedetin defedilmesi insanın ihtiyacı gereğidir.(Sh: 117)

İslâm Hukukçuları, ihtiyacı çeşitli açılardan kısımlara ayırmışlardır. Bazıları ‘ihtiyacı’ üçlü bir sınıflamaya tabi tutmuşlardır. Bu sınıflamaya göre insanın maddi ve manevi ihtiyaçları ana hatlarıyla şu üç sınıfa girer. Bunlar;

Zarûriyyât (İnsan yaşamı için zorunlu ve gerekli ihtiyaçlar),

Hâciyyât (İnsanların hayatlarında kolaylık ve rahatlık sağlayan normal ihtiyaçlar),

Tahsînîyyât (Zorunlu ve normal ihtiyaçların dışında tamamlayıcı nitelik taşıyan güzelleştirici ihtiyaçlar).

Ünlü usulcü Cüveynî, el-Bürhan fî Usûli’l-Fıkh’ adlı eserinde beşli olarak yaptığı sınıflamayı ‘kıyasın dayandığı illetler ve asılların kısımları’ adlı başlık altında yapmıştır. Cuveynî bu sınıflandırmada ‘kıyas etmeye elverişli asılları ve bu asılların dayandığı illetleri’ kendisine duyulan ihtiyacın zorunluluk derecesine göre yapmış fakat bu sınıflandırmayı yaparken hangi esaslara ve kriterlere dayandığından söz etmemiştir.

Bu kategoriler tek tek ele alındığında sonuç olarak görülecektir ki, bu sınıflandırma tamamen ictihadî’dir. Nitekim ünlü talebesi Gazzalî, bu sınıflandırmadaki üçüncü ve dördüncü sınıfları birleştirmiş ve ortak unsurları çok benzediğinden tek bir sınıf haline getirmiştir (Tahsîniyyât). Beşinci sınıftaki temel öğenin ‘teabbüdîlik’ oluşturduğundan, bu niteliğe sahip durumların diğer bölümlerde serpiştirilmiş olarak bulunduğunu gören Gazzâlî, bu beşli sınıflamayı kendi ‘ictihadiyle’ üçe indirmiştir. Kendinden sonraki dönemlerde, Gazzâlî’nin üçlü sistemi değiştirilmeden ele alınmış, hatta üzerinde ilk müstakil çalışmayı yapan Şâtıbî tarafından bile yapısına dokunulmamıştır. (Sh: 127-128)

Zarûriyyât Hakkında Genel Bilgiler

Zarûriyyât’ diye bilinen, insanın kendisine zaruret derecesinde ihtiyaç duyduğu maslahatlar, maslahatların en önemli ve vazgeçilmez kısmını oluştururlar.

Zarûriyyât sözcüğü, lügatte (darûri) kelimesinin çoğulu olup, (ed-darûrî) ise ‘zaruret’e nisbet edilen şey demektir. ‘Zaruret’ ise ‘zorunlu, gerekli, kaçınılmaz’ gibi anlamlara gelir. (Sh: 130)

Şâtıbî Zarûriyyât’ı şöyle tanımlar;

“Zarûriyyat; onsuz olmayan, din ve dünya işlerinin ayakta durması kendilerine bağlı bulunan hususlardır. Eğer bunlar bulunmayacak olsa, dünya işleri yolundan çıkar, fesad ve kargaşa doğar, hayat son bulur. Keza, bunların bulunmaması durumun da ahirette kurtuluşa erme ve cennet nimetlerine kavuşma imkânı ortadan kalkar, apaçık bir hüsrana maruz kalınır. (Sh: 131)

Zarûriyyat dediğimiz unsurlar, usûlcüler arasındaki yaygın kanaate göre beş unsurdan meydana gelmektedir. Usûlcüler arasında ‘Beş zorunlu ilke’ ‘Beş temel ilke’ şeklinde ifade edilen korunması öncelikli amaçlar şunlardır: Dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması.

Gazzalî, maslahat ve mesfedeti bu beş temel ilkeyi göz önünde tutarak tarif etmiştir. Şöyle ki;

‘Beş temel ilkenin korunmasını içeren her şey maslahat, bu beş temel unsuru ortadan kaldıran her şey de mesfedet olup, bu mefsedetin giderilmesi de maslahattır.’(Sh: 134)

Daha sonra zarûriyyât’ı oluşturan unsurların Kur’an, Sünnet ve İstikra(tümevarım) yöntemine dayanan kaynakları (139-146) ve evrensel niteliği ele alınır. (Sh: 146-153)

Beş Temel Unsurun Korunma Şekli

Gazzalî makasıd’ı önce ‘dünyevî’ ve ‘dini’ olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra bunlardan her birinin ‘tahsîl’ ve ‘ibka’ olmak üzere yine ikiye ayrıldığını ‘tahsîl’in ‘menfaati elde etmek’, ‘ibka’nın ise ‘zararlı olanı ortadan kaldırmak’ manasına geldiğini söyledikten sonra bunun anlamını ‘kalması amaçlanan şeyi engelleyen bütün unsurlar zararlıdır. Bu amaçlanan şeyin kalmasını sağlamak ise, mazarratı gidermekle meydana gelir.’ şeklinde açıkladıktan sonra şöyle der; ‘makâsıdı gözetmek; ilk olarak bir şeyi oluşturmayı (tahsîl), sonra da bu oluşturulan şeyin varlığına yönelik zararlı unsurları ortadan kaldırmayı (ibka) içine alır.’ (Sh: 153)

Gazzalî’nin bu açıklamalarından usulcüler arasındaki meşhur kaide de ortaya çıkmış olmaktadır; ‘Aslında maslahat, faydalı olanı elde etmek, ya da zararlı olanı ortadan kaldırmaktan ibarettir.’ Gazzalî bu kaidedeki ‘maslahat’ sözcüğü yerine ‘makâsıdü’ş-şer’ / şeriatın gayesi’ terkibini de kullanmıştır. Bu durumda İslâm Hukukunun gayesi maslahatın elde edilmesinden ibaret olmaktadır.(Sh: 154)

b. Zarûriyyât’ı Oluşruran Unsurlar

Din’in Korunması (Hıfzu’d-Din)

Usûlcüler, ‘Zarûriyyât’ dediğimiz, İslâm’ın korumayı amaçladığı, beş temel değerden ilkinin ve en önemlisinin ‘din’in korunması olduğunu söylemişlerdir.

Istılahta ise dinin değişik tarifleri yapılmıştır. Tehânevî (Ö.1158/1745), ise ‘Din, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle şimdiki halde (dünyada) salaha gelecekte (ahirette) felâha sevkeden, Allah tarafından konulmuş bir kanundur.’ biçiminde bir tanım yapar.(Sh: 156)

Şâtıbi başta olmak üzere usûlcüler dine varlık kazandırma açısından korunmasına bazı örnekler vermişlerdir. Bu örnekleri ele aldığımızda örneklerin dinin dar anlamını kapsadığını, burada dinin tamamı değil, dinin sadece ‘itikadî esaslar ile farz ibadetleri’ kapsadığını ifade ettiğini görmekteyiz. (Sh: 162)

Hayatın Korunması

Nefs, lügatte; ruh, kan, kardeş, beden, insanın bütünü, hareket, bir şeyin bizzat kendisi, bir şeyin gerçek özü, gibi anlamlara gelir. (Sh: 167)

Nefis her bir insan için ayrı ayrı yaratılmış, maddi olmayan, insanın hayatı boyunca bedeninde gelişen ve özellikler kazanan, ölümden sonra da devam eden, berzahta ve ahirette, dünyada kazandığı özelliklere göre muamele görecek olan varlıktır. Günlük dilde buna ‘ruh’ denmektedir.(Sh: 168)

Aklın Korunması

Akıl lügatte; bir şeyden alıkoyma, yasak olma, kavrama, diyet, sığınak, kale, işi sağlam yapma, bilgili olmak gibi anlamları ifade eder. Istılahta ise, filozoflar, kelamcılar ve sûfîler aklı çeşitli açılardan ele alarak tarif etmişlerdir.

İmam Şâfiî, ‘akıl, ayırdetme aracıdır’ derken, Ebü’l Abbâs el-Kâlânisî ise, aklın, ‘ayırdetme gücü’ olduğunu söyler. İbn Manzûr ise, ‘akıl, insanı diğer canlılardan ayıran ayırt etme gücüdür.’der. (Sh: 177)

Neslin Korunması

Nesil lügatte; ‘yaratma, çocuk, zürriyet’ anlamlarına gelmektedir. Şeriatte, nesil deyince çocuk ve zürriyet anlaşılır. Zira zürriyet, insan türünün varlığını sürdürmesi için babaların ardından gelip onları takip ederler. (184)

Malın Korunması

Lügatte mal, ‘insanın sahip olduğu şeylerin tamamına’ verilen bir isimdir. Cahiliyye döneminde develere de mal denilirdi. Önceleri yalnızca altın ve gümüşe mal denilirken, daha sonra ‘sahip olunan şeylerin tamamına’ bu isim verilmiştir.

Fakihlerin ıstılahında ise, insan tabiatının kendisine meylettiği, saklayıp, harcama yapabildiği şeylere ‘mal’ denilmiştir. (Bu malların kullanımı şer’ an mübah olsun haram olsun fark etmez.) Mecelle’de mal, ‘insan tabiatının mâil olup, vakt-i hâcet için iddihar olunabilen (saklanılabilen) şeylerdir ki, menkule ve gayr-ı menkule şamil olur’ şeklinde tanımlanmıştır.

Hanefilere göre, menfaatler de ‘mal’ kabul edilmiştir. (Sh: 195)

Bu bölümde dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması konu başlıklarının her biri: Tanım, önem ve değeri, temel dinamikleri ve her birine yönelik zararların giderilmesi suretiyle korunmaları ayrıntılarıyla ele alınıp incelenmiş. (Sh: 155-202)

c. Hâciyyât

Hâciyyât sözcüğü lügatte ‘el-hâcî’ kelimesinin çoğulu olup, (el-had) ise, ‘ihtiyaca nisbet edilen şey’ demektir. Hacet ise, ‘ihtiyaç’ ile aynı anlama gelir ve ‘kendisine gereksinim duyulan her şey’ demektir. Istılahta ise ‘hacet’ ve ‘zaruret’ kavramları birbirlerinin yerine kullanılsalar da hacet, ‘zaruret’ seviyesinde olmayan ihtiyaçları ifade eder.

Hâciyyât’tan kavram olarak ilk söz eden Cuveynî (Ö.478) dir. O Hâciyyât’ı şöyle tarif eder.

‘Hâciyyât’, zaruret derecesine ulaşamamış genel ihtiyaçlardır.’ (Sh: 202)

Şâtıbî Hâciyyât’ın tanımını şöyle yapar: ‘Onsuz olmakla birlikte bir genişlik ve kolaylık sağladığı için ihtiyaç duyulan, bulunmadığında ise, genelde sıkıntı ve güçlüklere sebeb olan şeylerdir. Bunlara riayet edilmediği takdirde, mükellefler çoğunlukla sıkıntı ve güçlüklere maruz kalırlar. Ancak bu sıkıntı ve güçlükler, zarurîyyatın bulunmaması durumunda doğan ve genel maslahatlarda beklenti halinde bulunan yaygın fesad derecesine ulaşmazlar.’ (Sh: 203)

Hâciyyat seviyesindeki maslahatların meşru kılınmasındaki temel unsurlar: Sıkıntının giderilmesi(def’u’l-harac), Kolaylaştırma (teysir) ve Zorluklar karşısında hükümlerin hafifletilmesi (ruhsatlar) başlıkları altında ele alınmıştır. (Sh: 205-210)

Hâciyyât’’ın Kapsamı ve Boyutları

Zarûrî maslahatlar ile hacî maslahatlar arasında kesin bir çizginin olmadığını görmekteyiz. Bir kısım usûlcülere göre zarûrî sayılan bazı masIahatlar; diğer bazı usûlcülerce hacî olarak kabul edilmektedir. Bu durum doğaldır. Çünkü, makâsıdın ya da maslahatların üçlü olarak kategorize edilmesi zarûrî olanların ise beş temel unsura indirgenmesi, her ne kadar nass’lardan delil de getirilse, neticede istikra (tümevarım) yöntemiyle ulaşılmış, ictihadî bir çalışmanın ürünüdür. Dolayısıyla, zarûrî ve hacî hatta tahsînî yararları kesin hatlarıyla birbirlerinden ayrılması hemen hemen imkânsız gibidir.

Zira bu kategorilerin her birinin diğeriyle olan ilişkisi o kadar yakındır ki, araların net ve kesin bir biçimde ayırmak son derece güçtür. Bu güçlüğün temelinde, ‘bu mertebelerin birbirinden tamamen bağımsız, bağlantısız olmama durumu’ yatmaktadır.

Her kategori birbiriyle ilintili olduğu gibi her bir kategorinin ayrıca kendisini tamamlayıcı bir takım tekmile / tamamlayıcı unsurları bulunmaktadır. (Sh: 210)

Hâciyyât düzeyindeki maslahatlar, çok geniş bir alanı kaplarlar. Özellikle ‘muâmelât’ dediğimiz, ekonomik ve ticari faaliyetlerin, diğer bir deyişle, eşya hukukunun büyük bir kısmı Hâciyyât’ın sınırları içinde yer alırlar. Ancak burada unutulmaması gereken, bir şeyin yani maslahata ilişkin bir durumun ve davranışın Hâciyyât seviyesinde sayılıp, sayılmaması büyük ölçüde ictihada dayandığıdır. Ayrıca, Hâciyyât seviyesindeki maslahatların önemli bir kısmında, usûlcüler arasında görüş birliği vardır. (mesela, icâre, selem, mudârebe, müzâraa, müsâkât, istisna, karz akidler gibi) bu hususu göz önünde bulundurmakta yarar vardır. Zira bu işlemlere duyulan ihtiyaç, oldukça açık bir durum arz etmektedir. (Sh: 221)

Konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla sırasıyla beş temel unsurun, hacîyyat seviyesındeki örneklerine yer verir, böyle yapmanın daha yararlı olduğunu düşündüğünden: ‘Şâtıbi’den itibaren yapıları ‘ibadet, âdât, muâmelât, ukûbât şeklindeki dörtlü sınıflama ve ilgili örneklendirme biçimini terk etmiş bulunuyoruz. Zira Makâsıd ve maslahatlar ile ilgili ele aldığımız bu konu adeta bir prizmayı andırmaktadır ki bu yüzden beş temel unsurun Hâciyyât’larla ilgili örneklerini, Zarûriyyât’ta izlediğimiz sıra ile ele alacağız.’ Aynı şeyi Tahsîniyyât ve mükemmilatta da yapmıştır. (Sh: 212)

Daha sonra, Hâciyyât’ın korunması meselesi: Dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması bağlamında ayrı ayrı incelenir.(Sh: 212-221)

 

d. Tahsîniyyât

Lügatte Tahsîniyyât; (et-tahsînî) sözcüğünün çoğuludur.(tahsînî) ise ‘güzelliğe nisbet edilen’ demektir. Tahsin ise, tef’il babından mastardır ki, tahsîn. tezyîn (süslemek) anlamına gelir. Terim olarak Tahsîniyyât, lügat yönüyle bağlantılıdır. Zira üçüncü mertebede bulunan ve ilk iki mertebedeki hükümleri güzelleştirip, tamamlandığından bu isim verilmiştir. Bu mertebedeki maslahatlara ilk temas eden Cüveynî’dir. O, Tahsîniyyât’ı beşli olarak yaptığı sınıflamada üçüncü sırada şu şekilde zikreder.

‘(Tahsînîyyat); Ne zâruret (seviyesin)e ne de hâcet (seviyesin)e ilişkin olmayıp, mekârim-i ahlâk’a teşvik gayesini içeren (maslahatlar)dır. (Sh: 222)

Gazzâlî, hocasının yaptığı tarifleri biraz daha açıp, belirgin hale getirerek şöyle bir tarif verir.

‘(Bu mertebede) zârurî olmayan ve kendisine ihtiyaç da duyulmayan işler yer alır. Şu kadar ki, bu mertebedeki işler, bir bakıma meziyetlerin ve fazladan yapılan şeylerin güzelleştirilmesi, süslenmesi ve kolaylaştırılması, adetlerde ve muamelelerde en güzel yöntemlere riayet amacını taşır.’ (Sh: 223)

Tahsîniyyât’ı Oluşturan Temel Dinamiklerden Mekârimü’l-ahlâk, Mehâsınü’l-âdât ve Ahsenü’l-menâhic’i ele alır. (Sh: 225-228)

Tahsîniyyât’ın Boyutları ve Oluşturduğu Alan: ‘Tahsîniyyât seviyesindeki maslahatlar, kapsam olarak hâcî maslahatlardan daha az yer kaplar. Teklifi hükümler açısından bakıldığında, müstehab, sünnet ve müstahsen görülen hareket ve davranışlara ilişkin hükümler, büyük ölçüde tahsînîyyât’ı oluşturular. Müstehab hükümleri içine almasının yanısıra mübah olan bazı hükümleri de içine alır.’ şeklinde ifade edilir.(Sh: 228)

Mükemmilât (Makâsıdü’ş-Şeria’nın Üç Mertebesini Tamamlayan Unsurlar)

İslâm Hukukunun gayelerini oluşturan ‘makdsıdü’ş-şerîa’ nazariyesinin en son ele alacağımız konusunu ‘el-mükemmilât’oluşturmaktadır. Önceki üç kategorinin herbirini tamamlayan, onları daha olgun ve sağlam hale getiren bir takım hükümler vardır ki, kısaca bunlara ‘tekmilât’ ya da ‘tetimmât’ denilmektedir. (Sh: 234-240)

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

I-Makâsıdü’ş-Şeria’nın Üç Mertebesinin Birbirleriyle Ve Tekmileleriyle Olan İlişkileri

a. Üç Mertebenin Birbirleriyle Olan İlişkileri

Tesbit edebildiğimiz kadarıyla bu konuyu ilk kez işleyen ve güzel değerlendirmeler yapan Şâtıbî (ö.790/1388)dir. Şâtıbî, konuyu iki açıdan ele almıştır. Birincisi; üçlü mertebenin birbiriyle ilişkileri, ikincisi ise, ‘asıl’ unsurlar ile tekmile/tamamlayıcı unsurların arasındaki bağlantılar.

Zaruriyyat, hâcîyyat ve tahsîniyyât için asıl teşkil eder.’ önermesiyle başlayarak konuya girer ve devamla şöyle der;

‘Şayet zârurî olan bir şey ihlâle uğrarsa, bu yüzden mutlak surette hacî ve tahsînî olan şeyler de ihlâle uğrarlar. Ama bunun aksine, hacî ya da tahsînî olan şeylerin ihlale uğramasından mutlak suretle zarûrî olanların da ihlâle uğraması gerekmez. Evet, bazen tahsînî olan şeyin mutlak surette ihlâle uğramasından hacî olan şey, bir şekilde zarar görebilir. Bazen de hacî olan şeyin mutlak ihlâle uğramasından zarûrî olan şey bir şekilde zarar görebilir. Bu yüzdendir ki, zarûrî olan korunduğunda, hacî olanın da, kezâ hacî olanın korunduğunda tahsînî olanın da korunması uygun düşer. Bu durumda tahsînî, hacî için, hacî de zarûrî için var olduğuna göre asıl olan zarûrî olmaktadır.’ (Sh: 244)

 

b. Asıl ve Tekmile Durumundaki Maslahatların Birbirleriyle Olan İlişkileri

Şâtıbi şu tasbitlerde bulunur: ‘Zikri geçen üç mertebenin de tamamlayıcı unsurları (mükemmilât) bulunmaktadır. Öyle ki, bu tamamlayıcı unsurlar bulunmasa, zarûrî, hacî ya da tahsînî olan asıllarında gözetilen aslî hikmetler ihlâle uğrayıp ortadan kalmış olmaz.’(Sh: 258)

 

II-Maslahatlar Arası Tearuz ve Tercih

İlke olarak şer’î deliller, birbirleriyle çelişmezler. Çelişki varmış gibi gözüken durumlar, müctehide nazarandır. Bu yüzden teâruz, delillerin dış görünüşleri itibariyledir. (Sh: 262)

a. Tearuz ve Tercih

Tearuz; lügatte, ‘engel, açığa çıkma, birşeyin yok iken sonradan zuhur etmesi, karşı karşıya gelme, eşitlik ve benzerlik gibi anlamlara gelmektedir.’Istılahta ise, ‘Delillerin, birbirinin hükmünü ortadan kaldıracak biçimde karşı karşıya gelmesidir.’ Bir başka deyişle, eşit seviyedeki iki delilin, birbirini nakzedecek bir biçimde karşı karşıya gelip, iki delilden her birinin, aynı anda diğerinin ifade ettiği hükmü ortadan kaldırmasıdır. (Sh: 263)

Tercih; lügatte, üstün tutma, yeğleme, genelleme yapmak gibi anlamları ifade eder. Istılahta ise, ‘amel edilmesi için iki delilden birini diğerine karşı takviye edip, güçlendirmek’ demektir. (Sh: 264)

 

Mehmed Zahih Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı : 284 / Temmuz 2014