Aydınlanma felsefesi entelektüel hurafeden
birisidir. Felsefecilerin yaptığı sayısız hatalardan biri de felsefi fikirlerin
tasnifi ile alâkalıdır. Felsefe Tarihi, klâsik olarak "Antik Çağ,
Hellenistik Dönem, Ortaçağ, Renaissance Felsefesi, Aydınlanma Felsefesi... vs.”
olarak tasnif edilir. Bu durum, Felsefe Tarihi okuyanlarda şu intibayı
uyandırıyor: Beşeriyetin felsefe yapması Thales ile başlamış, bâlâda mezkür
merhalelerden geçip günümüze gelmiştir. Bu tasnifin doğruluğu hakkında şüphe
etmek kimsenin hatırına gelmez. Halbuki bu tasnif tamamen gerçek dışıdır.
Beşeriyet şöyle dursun, “Avrupa” bile bu merhalelerden geçmemiştir.
Zira bu “merhaleler” bu tasnifi yapanların zihninden başka hiçbir yerde vuku bulmamıştır. Bu tasnifleri, yakın çağlarda felsefe fikirleriyle uğraşan bazı düşünce tarihçileri yapmışlardır; ama zamanla herkes buna alışmış ve gerçek sanmıştır. Bu tasnifin sun'i olduğunu anlamak için herhangi bir felsefe tarihi kitabını dikkatli okumak kâfidir.
![]() |
Aydınlanma
Üzerine Bir Derkenar |
Önsöz
Bu kitapta “Aydınlanmanın” bir efsâne,
hatta bir entelektüel hurafe olduğunu ortaya koydum. Felsefe Tarihi bu kabil
hatalarla doludur.
Felsefecilerin yaptığı sayısız hatalardan
biri de felsefi fikirlerin tasnifi ile alâkalıdır. Felsefe Tarihi, klâsik
olarak “Antik Çağ, Hellenistik Dönem, Ortaçağ, Renaissance Felsefesi,
Aydınlanma Felsefesi... vs.” olarak tasnif edilir. Bu durum, Felsefe Tarihi
okuyanlarda şu intibayı uyandırıyor: Beşeriyetin felsefe yapması Thales ile
başlamış, bâlâda mezkûr merhalelerden geçip günümüze gelmiştir. Kitaplar böyle
yazar, “hocalar” böyle öğretir; bu tasnifin doğruluğu hakkında şüphe etmek
kimsenin hatırına gelmez.
Hâlbuki bu tasnif tamamen sun'idir, gerçek
dışıdır. Beşeriyet şöyle dursun, “Avrupa” bile bu merhalelerden geçmemiştir.
Zira bu “merhaleler”, bu tasnifi yapanların zihninden başka hiçbir yerde vuku bulmamıştır.
Bu tasnifleri, yakın çağlarda felsefe fikirleriyle uğraşan bazı düşünce
tarihçileri yapmışlardır; ama zamanla herkes buna alışmış ve gerçek sanmıştır.
Bu tasnifin sun'i olduğunu anlamak için
herhangi bir felsefe tarihi kitabını dikkatli okumak kâfidir.
Tasnifler, incelemeyi kolaylaştırmak için
yapılır, faydalıdır. Üstelik zihin tasnif yapmaya tabii olarak mütemâyildir.
Sınıflandırma, zihnin anlama faaliyeti cümlesinden olup benzerleri (veya aynı
olanları) bir araya getirme, farklı olanları ayırma işleminin eseridir. Zihin
tabii olarak böyle işler; mesele burada değil. Mesele, bazı insanların aynı
olmayan, benzer olmayan, hatta farklı olan nesneleri bir araya getirmesinden ve
yanlış bağlantılar kurarak hatalı neticeler çıkarmasından kaynaklanır. Vahim bir
beşerî gerçek de şudur: Zihnimiz yapısı yüzünden güçsüzdür, hata yapmaya
meyyâldir. Filozof denilenler de, felsefeci, entelektüel denilenler de
insandır, onların zihinleri de güçsüzdür, hataya mürtemâyildir. Ve neticede
onlar da sayısız hatalar yaparlar. Düşünce Tarihi, “felsefe tarihi”,
insanoğlunun hakikati arama gayreti olarak değerlidir ama, aynı zamanda da
Felsefe Tarihi hatalar tarihidir. Filozoflar da, bunların fikirleriyle
uğraşanlar da pek çok hata yapmıştır. Ben, fahiş hata yapmamış bir filozof
bilmiyorum. Düşünce Tarihi'nin çok vahim bir meselesi de budur: Filozofların
hataları. Çok şükür ki, pek çok filozof kendinden öncekilerle ilgili tenkidâmiz
fikirler ileri sürmüşdür. Lâkin bu tenkidler çok kısmidir, ancak belli birkaç
fikir ile sınırlı kalır. İlk köklü tenkidi Viyana Çevresi yapmıştır. Lâkin bu
grubun kendisi yıktığından da çok hata yapmıştır, fikirleri ilkeldir ve
neticede felsefi düşünceyi fakirleştirmişlerdir.
Peki, niye “aydınlanmayı” seçtim de diğer
sun'i tasniflerden birini bu kitapta seçmedim. Öyle ya, bana göre bu tasnifler
cümleten uydurma! Renaissance da uydurma: Hiç kimse “yeniden doğmadı”. Böyle
bir dönem de yok. Hâl böyle iken neden aydınlanmayı hassaten hedef aldım?
Sebebini kitabın başında belirttim: Bizim ilerici taifesi (Antik çağı,
Ortaçağ'ı, Renaissance'ı değil de) aydınlanmayı putlaştırdı.
'Put” deyince hatırınıza iptidai
kavimlerin tapındıkları heykeller gelmesin. Put, insanla gerçek arasına giren,
insanın gerçeği anlamasını engelleyen; yanlışlığının yansıra bir de yüceltilip
tartışılmaz değer izâfe edilen her türlü fikri, hissi bağımlılıklardır. Hadi
size bir de portatif târif vereyim: Put, kutsallaştırdığımız hatalarımızdır.
(Daha da küçültüp, cep tarifi yapayım: kutsal hata)
İnsanoğlu yapısı yüzünden putperesttir.
Hangi dine inanırsa inansın dindârı da putperesttir, dinsizi de; teisti de
ateisti de; mâneviyâtçısı da maddecisi de; âlimi de câhili de. Ve elbette ki
filozofu da, felsefecisi de, entelektüeli de putperesttir. Bunlar da devamlı
put yaratırlar, yarattıklarına da taparlar.
“Felsefe tarihi” dedikleri de putlarla
doludur. Çünki filozof denilenler de câhildi, doğru düşünmeyi bilemiyorlardı;
bunlar da zihnin yapısını, çalışma tarzlarını, zihnin nasıl hatalar yaptığını
kemâliyle idrâk edememişlerdi. (Bu tür konular zamanımızda bile tam
bilinemiyor. Fakir de bu mevzuların uzmanı olduğumu hiç iddia etmiyorum.)
Filozoflarda yaygın olarak gördüğüm hatalardan birisi de, muhakeme
(akılyürütme) ile muhayyele (hayal kurma) arasındaki farkı tefrik
edememeleridir. Neticede, “düşünüyorum” sanırken, sık sık “hayâl kurmuşlardır.”
Üstelik fikirlerinin tekâbül etdiği nesne üzerinde de pek durmazlar: “Bu benim
hakkında konuştuğum nesne mümkün tecrübe alanına girer mi, bilinebilir mi?”
sualini sormazlar.
Şimdi işâret ettiğim bu bir iki husus
üzerinde dursalar idi, bugün elimizde mevcut felsefe tarihinin kısm-ı azâmisi
zâten olmazdı.
Bunları okuyunca gençlerin şöyle
düşüneceklerini tahmin ediyorum: Mâdem felsefe denilen bu kadar hatalarla dolu,
o zaman ne diye okuyalım? Düşünce tarihini, eski adamların fikirlerini,
kaldırıp atalım, keen lemyekün (hiç yokmuş, hiç olmamış) addedelim. Vakit
isrâfına ne lüzum var?
Bu düşünce de yanlış olur. Böyle
düşünmeyin! “Hatasız dost arayan dostsuz kalır” derler. Fakir de buna nazire
olarak, hatasız âlim arayan câhil kalır derim. Herkes hata yapar. Bu tabiidir.
Üstelik cehâlet tabii hâlimizdir. Bu hâlimizden tam manâsıyla hiçbir zaman
kurtulamayacağız. Tasavvur edin, en âlimimizin bildiği bile, bu koskoca Kainat
muvacehesinde nedir ki? Hiç: Kubbede habbe mesâbesinde bile değil.
Binaenaleyh, bir taraftan öğrenmeye devam
edeceğiz, öte yandan da devamlı müteyakkız (uyanık, gözü açık) olacağız.
Bildiğimiz birkaç kırıntıyı nihai hakikat olarak görmeyeceğiz; şu fikri, bu
öğretiyi; şu düşünürü bu ideoloğu putlaştırmayacağız. Bilâkis, bütün bunların
insani olduğunu, hatalı olabileceğini hesaba katarak müteyakkız olacağız.
Hataları görmeye, bulmaya çalışacağız. Bakın; hatalar da faydalı olabilir,
doğruyu idrâke vesile olabilir. Doğru, gerçekçi, düşünmeyi becerebilirseniz, hataları
inceledikçe, bunların mefhûmu muhâlifi olan doğru'yu kavrayabilirsiniz.
İlmi çalışmalarda, üniversite hayatında
otorite olmaz. Tetkik, tetebbu ve tefekkür faaliyetinde nihai değer hakikatdir.
Bu gâye istikametinde çalışırken elbette başkalarından istifade edilir, bizden
tecrübeli olanların kılavuzluğu faydalıdır ve yararlanmak gerekir. Bunda hiç
şüphe yok. Lâkin, eskilerin birikimlerinden, günümüzdekilerin çalışmalarından,
fikirlerinden, istifâde ederken teyakkuzu da katiyen ihmâl etmemek gerekir.
İnsan zihninde, yaygın görüşleri, otorite kâbul edilenlerin fikirlerini hemen
benimsemeye doğru bir eğilim vardır. Zihnimizin bu kabil tabii temayüllerini
bilip, çok dikkatli ve uyanık olmak lâzım. Zira, aksi takdirde kolayca
safsatalara (fallacy) düşeriz.
Zinhar öyle yapmayın. Ben bu durumun
numûnesini hocalık hayatımda çok gördüm. Henüz elifbadan bibehre, bacak kadar
velet bilir bilmez ukalâlık yapar, ego show'u yapar, etrâfa, arkadaşlarına
fiyaka yapar. (Bana böyle zibidilik yapmaya kalkanlar ne kadar tahammülsüz
olduğumu, sert tepki gösterdiğimi iyi bilirler.)
Ben burada gençlerin serkeşlik yapmasını,
isyankâr olmasını sûreti kat'iyede savunmuyorum. Bilâkis! Ben zihin disiplinini
ruh disiplinini savunuyorum. Her okuduğunuza, her duyduğunuza inanmayın ama,
zinhar hemen de itiraz etmeyin. Sabırla araştırın, okuyun, düşünün. Karara en
sonunda varın, en başında değil.
İsyankâr edepsizlerin yeri üniversite
değildir.
Benim bu kitapta ve diğer yazılarımda belirttiğim
fikirlerimi de, işâret ettiğim ruh doğrultusunda araştırın. Sözlerim doğru ise,
ne âlâ. Yanlış ise, bana da bildirin ki hatâmı tashih edeyim.
Ama önce sabırla araştırıp, düşünün...
Mayıs 2000
Mesele
Türk fikir hayatında Batı düşüncesini
temsil eden üç grup var; liberaller, Atatürkçüler, solcular. Farklı derecelerde
olmakla beraber bunların hepsi de bizim üzerimizde etkili oluyor.
Bu zümreler bazı konularda aralarında
ihtilâfa düşüyorlar ama hepsinin ittifak ettiği görüşler de var. Müttefik
oldukları noktaların başında “Aydınlanma” gelir. Her üç zümreye mensup bâzı
ehi-i kalem sık sık ‘Aydınlanma Felsefesi’nden sitâyişle bahseder ve hepsi de
kendi fikriyâtını “Aydınlanma”nın mirâsı görüp, övünürler. Böylece ya açık ya
da dolaylı olarak bizlere (millete) “Aydınlanmacı” olmayı telkin ederler.
“Aydınlanma” meselesi Türkiye'nin iki
asırdır düçar olduğu “kimlik bunalımı” veya “kimlik arayışı” ile yakından
alâkalıdır.
Malûmdur ki, Osmanlıda hâkim resmi dünya
görüşü Müslümanlıktı. (Batıda nasıl hıristiyanlık idiyse.) On sekizinci asırdan
itibâren Türkiye'ye garpkâri müesseseler ve fikirler nakledilmeye başlandı. Bu
durum 19. asırda güçlendi ve kurumlaştı.
Böylece imparatorluk bünyesinde dini fikir
ve kurumların, gelenekleşmiş yaşama tarzının yanı sıra “garplılık” gelişip
yayılmaya başladı. Neticede Türk tefekkür ve içtimai hayatı, tabir caiz ise,
çift tanrılı oldu. Bu dualizm ve tereddüd Cumhurriyetin kurulmasına kadar devam
etti. Gâzi, malûmunuz, saltanat ve hilâfeti yıkarken tüm Osmanlı müesseselerini
ve dini dünya görüşünü de külliyyen red ve terk etdi. Garp tanrısının
tekliğinde tevhid sağlandı: Tek kral, tek kanun, tek imân.
Cumhuriyet'le ihdas edilen yeni siyâset ve
topluluk nizâmının dünya görüşü ne olacaktı? Dini dünya görüşü ne ile ikâme
edilecekti?
Buna “ilim”dendi (“En Hakiki Mürşit”),
“akıl” dendi. Batı felsefesine âşinâ olanlar ise “Aydınlanma” dediler,
diyorlar.
Günümüzde de pek çok akademisyen,
araştırmacı, hatta köşe yazarı aynı fikri işlemektedir. “Aydınlanma Felsefesi”,
umumi olarak bir dünya görüşü olarak sunuluyor, veya Atatürkçü, solcu, liberal
yazarlar kendi fikirlerini savunurken, meşrûluk zemini olarak aydınlanmaya
atıfta bulunuyorlar.
Asırlarca süren bütün bu gelişmeler
neticesinde, Katolik Kilisesi Batı tefekkür hayatı üzerindeki tekelini yitirdi.
Buna mukâbil laik düşünürlerin ve âlimlerin bu alanda tesir ve hâkimiyetleri
arttı. Onyedinci asırda, Copernicus-Galile-Newton çizgisinde gelişen tabiat
bilgisi; Descartes, rasyonalistler vb. düşünürlerce geliştirilen felsefe
akımları, Kilise'nin resmi öğretisi hâricinde zengin bir birikim hâsıl etti.
Zaten, 14. Asırdan beri Antik Çağ filozoflarının fikirleri Avrupa'da
tahsilliler arasında tanınıp yayılmaya başlamıştı (Hümanizm).
Bütün bu gelişmeler neticesinde Avrupa'da
Brahmin sınıfı (akıl hocaları/önderleri) değişti. On yedinci asrın bâriz
özelliklerinden birisi de işte bu olgudur. Avrupa'da ruhban
sınıfı brahminlik tekelini kaybederken “laik brahminler” fikir hayâtında hâkim
oldular. “Aydınlanma Çağı” denilen 18. asırda bu gelişmenin konturları daha
koyu çizgilerle çizildi. Bu devir yazarlarının çoğu Tanrıya inansa da Kilise'ye
karşı derin bir husûmet duydular. Bu tepkilerini, Lucretius'un meşhur mısraını
şiar (motto) hâline getirerek ifâde ettiler: “Din işte böyle kötülüklere yol
açar.”
Avrupa'daki bu gelişmeler Osmanlıya 19.
Asırda yansıdı.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte de
Türkiye'de “laik brahmin sınıfı” halkı eğitmeyi ve dünya görüşünü belirlemeyi
tekeline aldı.
Daha önce de belirttiğim gibi, bizim laik
barahminlerin üç mezhebi, yâni, Atatürkçüler, solcular ve liberaller bâzı
meselelerde kendi aralarında ihtilâfa düşseler bile “Aydınlanma felsefesini”
benimseyip, hürmet etmede müttefiktirler. Bu mezheplere mensup olanların
kalitesizleri “Aydınlanma felsefesinden” bihaberdir, ama bu istikâmette ihdas
edilmiş olan “bilim”, “akıl”, “çağdaşlık”, “laiklik, laisizm” vb. sloganları
bilir bilmez kullanıp, millete lâf ile nizâmat vermeye kalkarlar. Bu zümrelerin
daha ehil olanları ise, açıkça, “Aydınlanma” ilkelerinden bahsederler.
Öyle görülüyor ki, “Aydınlanma”, dini
dünya görüşüne (husûsiyle Müslümanlığa) karşı bir alternatif olarak ileri
sürülmektedir. Şimdi sorum şu: Aydınlanma felsefesi nedir?
Mâdem ki bu brahminler millet olarak
zihinlerimizi “Aydınlanma Felsefesi” istikâmetinde etkiliyorlar, bizi bu
ilkelere göre eğitiyorlar, bu dünya görüşünü kabûle bizi zorluyorlar, o hâlde
bu felsefeyi bilmemiz lâzım.
Bu felsefeyi bilebilmek için ise, her
şeyden önce, böyle bir felsefenin olması lâzım.
Halbuki böyle bir
“Felsefe” yoktur!
Müteakip kısımda “Aydınlanma Felsefesi”
diye bir felsefenin olmadığını, bunun düpedüz efsâne olduğunu delillendirdim.
İkinci kısımda da 18. Asrın önde gelen
bazı simâlarınndan Locke (1632-1714), Berkeley (1685-1753) Hume (1711-1776) ve
Kant’ı (1724-1804) ele alıp, bunların temel fikirlerini tahlil ettim. Ve
delillendirerek gösterdim ki, bu şahısların temel görüşleri baştan aşağı
tutarsızdır, argümanları geçersizdir.
Bu tahlil ve tespitlerim neticesinde,
“çağdaş” brahminlerimizin bize, “çağdaşlık, uygarlık” nâmına efsâne empoze
ettiği, zihinlerimizi karıştırdığı, her şeyden önce de kendi zihinlerinin bu
mevzularda tamamen karışık olduğu hükmüne vardım.
Şimdi bu tespitimi adım adım
delillendireyim.
Aydınlanma Efsânesi
Felsefe tarihi kitaplarına bakarsanız 18.
Asra “Aydınlanma Çağı” dendiğini, bu dönem felsefesinin de umûmi olarak
“Aydınlanma felsefesi” olarak nitelendirildiğini görürsünüz. Böyle bir
adlandırma insana şöyle bir fikri ilhâm ediyor: Demek ki, daha önce Batı
karanlık içindeymiş, 18. asırda birden bire nûra garkolmuş... Bu çağın sonunda
da, besbelli ki aydınlanma nihâyete ermiş. Yâni, tekrar karanlık çağ
başlamış.... Eğer aydınlanma sâdece 18. asırla sınırlıysa, şu hâlde biz elan
karanlık içindeyiz.
Pek mübalağalı ve övücü bir sıfat olan
“Aydınlanma” ile nitelendirilen bu asrı ve bu asır düşünürlerini yakından
tetkik etmek lâzım. Bunun için iki grup kitabın incelenmesi gerek: Birincisi,
18. asır filozoflarının eserleri, ikinci olarak da “Aydınlanma felsefesi”
konusunda yazılan kitaplar. (“Aydınlanma” hakkında Batıda zengin bir literatür
var.)
Bu meseleyi incelemem sonunda vardığım
netice şudur: “Aydınlanma felsefesi” diye bir felsefe yoktur.
İzah edeyim;
Önce “Felsefe” kelimesinden başlayalım. Bu
kelime akademik çevrede iki şeyin adı olarak kullanılır:
a) “Felsefe” kelimesi belli problemler
alanını kastetme olarak kullanılır. Meselâ, bilgiyle ilgili meseleler alanına
(bilginin kaynağı, doğruluk, kesinlik vb. konulara) “bilgi felsefesi” denir.
Varlıkla ilgili meseleler alanına (ana unsur, oluş sebepleri, varlık
kategorileri vb. konulara) “varlık felsefesi” denir. Aynı şekilde ahlâk,
siyâset, bilim vb. alanların problemlerinin tartışıldığı
“felsefeler” vardır.
b) İkinci olarak da “Felsefe” kelimesi
belli bir konuda ileri sürülmüş birbirine benzer veya yakın görüşleri
gruplandırmak için kullanılır. Meselâ, rasyonalist felsefe, empirisist felsefe
deyince, bilginin kaynağı vb. konularda ileri sürülen benzer fikirleri
sınıflandırma anlaşılır. Keza, varlığın asli unsuru (substance) nedir vb. gibi
sorulara verilen cevaplar da benzerliklerine göre, materyalist felsete,
spiritualist felsete tarzında tasnif edilir.
Her iki durumda da, “felsefe” kelimesinin
tekâbül ettiği nesne, birbirine benzer veya yakın olan görüşler ya da
fikirlerdir. Burada önemli olan husus, bu alanın bir birlik bütünlük yakınlık
arzetmesidir.
Şimdi; eğer “Aydınlanma felsefesi” diye
bir felsefe varsa, bilgi ile, ahlâk ile, varlık ile vb. konularla ilgili,
birbirine benzer veya yakın görüşler ihtivâ etmeli ki, bütün bu görüşleri aynı
isim (aydınlanma) altında toplayıp, tasnif edebilelim.
Daha da spesifik olayım: Aydınlanma
felsefesi, eğer iddia edildiği gibi var ise;
1. Bu ad altında toplanabilecek, aynı
konularda birbirine benzer veya yakın görüşler, öğretiler olmalı,
2. “Aydınlanma felsefesinin” bir
differentia specifica'sı yâni, onu diğer felsefelerden ayırt eden, ona has
özellikleri olmalı,
3. Keza, eğer 18. asırda bir “Aydınlanma”
vukû buldu ise, kim, ne ile ve nede aydınlandı, açıkça belli olmalı.
Bu felsefi kıstaslara göre konuyu tahlil
edelim.
1. “Aydınlanma” Adı
Altında Toplanabilecek Mütecânis Bir Öğreti Var mı?
El cevap: Yoktur. Bu dönemde ileri sürülen
çeşitli görüşler mütecânis (homojen) değildir. Üstelik, Aydınlanma
filozoflarının kadrosunu tam olarak tâyin dahi mümkün değildir.
Şimdi bu iki noktayı teker teker ele
alalım.
a) Kadro Meselesi: Aydınlanma Filozofları
Kimlerdir?
Aydınlanma Filozoflarının kadrosunu tâyin
etmek mümkün olmuyor. Bu olguyu müşahhas misâllerle delillendireyim.
N. Hampson, Aydınlanma Çağı adlı kitabının
arkasındaki ekte Aydınlanmanın önemli yazarlarını, hayat
bölümleri itibâriyle sıralanmış. Bu sıradaki isimlere bakalım: Locke,
Leibniz, Newton, Pope, Vico, Montesguieu, Maupertuis, Voltaire, Linnaeus, Buffon,
La mettrie, Hume, Rousseau, Diderot, Helvetius, Condillac, d'Holbach, Adam
Smith, Kant, Lessing, Burke, Beccaria, Condocet, Herder, Goethe.!
Bu listeyle alâkalı ilk sorum şu:
Hampson'un Aydınlanma kadrosu olarak belirttiği bu isimler üzerinde acaba
herkes müttefik mi?
El cevap: Değil. Üstelik böyle bir
ittifakın olmadığını bizzat Hampson belirtiyor.
Öteye gitmeye lüzum yok; aynı kitabın 90.
sayfasını okuyalım; “Felsefi cephede, Aydınlanma'nın kendine güvenli tavrına en
etkili darbeler Hume tarafından vuruldu. Hume sistemli bir biçimde adım adım
ilerleyerek, Aydınlanma'nın değerlerini sağlam bir temele oturttuğuna ilişkin
savları çürüttü.”
Bu tutarsızlık sâdece söz konusu yazarın
ettiği basit bir dikkatsizlik değil. Bu durum Aydınlanmanın belirsizliğinden
kaynaklanıyor. Aydınlanma konusunda mütehassıs olan diğer yazarların hepsinde
de aynı sorun var ve hiçbirinin Aydınlanma kadrosu diğerininkine uymuyor. Bu
durumla alâkalı bir başka mesele de, Aydınlanmanın başlangıcı ve başlatan
filozofların kimler olduğu. Bu mübhemiyetle ilgili bir iki misâl vereyim: Peter
Gay, Aydınlanma ile ilgili antolojisinin F. Bacon kısmında bu filozofu gerçek
Aydınlanmanın öncüsü olarak görür Buna mukâbil L, M. Marsak Aydınlanmayı
“Renaissance'ın veya Orta çağın sonu veya modern zamanların başı” olarak kabûl
eder. Bu kadarla kalsa gene iyi, bazıları ise Aydınlanmayı Antik Çağa kadar
uzatırlar ve Grek Aydınlanmasından bahsederler. Şimdi ilk önemli tespitimizi
yapalım: Önce en somut soruyu sorduk; Aydınlanma kadrosuna dâhil filozoflar
kimlerdir? Gördük ki bu mevzûda rivâyet muhtelif; tam bir ittifak yok. Başka
bir ifâdeyle, Aydınlanmanın kadrosunu bile belirlemek imkânsız. Bu
imkânsızlığın sebebi “Aydınlanma” diye mütecânis bir öğretinin olmamasıdır.
Şimdi bu meseleyi tahlil edeyim.
b) Bu Dönemde ileri Sürülen Çeşitli
Görüşler Mütecânis Bir Öğreti Teşkil Ediyor mu?
On sekizinci asır yazarlarının görüşleri
incelendiğinde bunların birbirine uymayan, hatta yekdiğerini nakzeden bir
karmaşa yumağı olduğu görülür.
Tespitimi çeşitli felsefe dallarıyla
alâkalı müşahhas misâllerle delillendireyim:
Önce bilgi felsefesinden başlayalım: Bilgi
felsefesi alanında Aydınlanmanın görüşünü Locke mu temsil eder Kant mı?
Locke'a göre bütün tasavvurlarımız
tecrübeden gelir. İlk nazarda tecrübeyle alâkası yokmuş gibi görünen soyut
kavramlar bile, basit fikirlerin bileşik hâlidir. Halbuki Kant'a göre temel
kavramlar tecrübeden gelmez, bunlar anlama yetisinin a priori kategorileridir.
Üstelik bu kategoriler (algının saf formları olan zaman ve mekân ile birlikte)
tecrübenin ön şartıdır. Söz konusu kategoriler olmasa idi tecrübe imkânsız
olurdu.
Bu taban tabana zıt iki görüşten hangisini
Aydınlanmanın bilgi felsefesi sayacağız? Aydınlanmanın bilgi görüşü empirisizm
midir, rasyonalizm mi?!
Şimdi de varlık felsefesinden bir misâl
vereyim. Meselâ, substance (cevher, dayanak, altta duran) meselesi... Locke hem
cisim olarak substansı, hem de ruhi varlık olarak substansı kabûl eder.
Berkeley ise maddi substansı reddedip mânevi substansı asıl kabûl eder. Hume
ise her ikisini birden reddeder. Kant'a göre ise substans anlama yetisinin bir
kategorisidir.
Devam edeyim; Varlık meselesiyle ilgili
olarak d'Holbach'ın materyalizmi mi Aydınlanmanın varlık felsefesini oluşturur
yoksa Leibniz'in (sürrealist) monad teorisi mi?
Şimdi de bilim felsefesiyle alâkalı bir
noktaya temas edeyim: Zaman ve mekân Newtoncu fiziğe göre nesneldir (zihin
dışı) ve mutlaktır. Halbuki Kant'a göreyse, algının saf formlarıdır ve tamamen
özneldir.
Bu bağlamda zikredilebilecek bir diğer
mesele de bilim bilgisine ulaşma yoludur (metodu). Voltaire ve Fransız
yazarlarının önemli bir kısmı bu konuda Newtoncu modeli esas alır, deney ve
indüksiyona önem verirler. Hâlbuki Kant'a göre bilim bilgisi olan sentetik a
priori yargıları ilmî kılan zorunlu ve evrensel (tümel) yan tecrübeden gelmez,
anlama yetisinde a priori mevcuttur.
Bu arada Descartes'ın akılcı, pür
dedüktif, bir bilim metodunun da var olduğunu hatırlayalım.
Bunlardan hangisi Aydınlanmanın bilim
görüşüdür? Kim, hangi nesnel kıstasa göre “Aydınlanmanın bilim anlayışı şudur”,
diyebilir?
Ahlâk felsefesi alanında da aynı kargaşa
var. Meselâ, bu konuda Hume'un, ahlâkı duyguyu esas alarak izah eden görüşünü
mü, yoksa Kant'ın, ahlâkı duygulardan (fenomenden) tamamen bağımsız olarak ele
aldığı nazariyesini mi Aydınlanmanın etiği olarak kabul edeceğiz?
Din alanında da hâkeza, birbiriyle gayrı
kâbil-i telif görüşler var. Locke'un Hristiyanlığı akla uygun bulması mı,
Hume'un dini korku ile izâhı mı, Voltaire'in deismi mi, d'Holbach ve La
Mettrie'nin ateizmi mi, Kant'ın tanrı ve ruhu saf aklın ideleri olarak görmesi
mi Aydınlanmanın din görüşüdür?
Siyâset felsefesine de temas edeyim. Bu
dönemde siyâset alanında yazılanlar özetlenemeyecek kadar çok ve çeşitlidir.
Ben sâdece, bu alandaki görüşlerin de birbirine uymadığını göstermek için bir numune
göstereyim: “Toplum sözleşmesi."
Bilindiği gibi, bu nazariye Liberalizmin
siyâsi dayanaklarından biri, belki de en önemlisidir. Zira, liberal anlayışa
göre toplum sözleşmesi, siyâsi iktidarı din dayanağından ve hânedan tekelinden
kurtarıp, idâre edilenlerin rızâsına bağlar.
Bu kadar önem izâfe edilmesine rağmen bu
nazariye de mütecânis değildir. Hobbes'un, Locke'un, Rousseau'nun, Kant'ın
toplum sözleşmesi görüşleri birbirinden farklıdır.
Bunun neticesi olarak şöyle bir mesele de
ortaya çıkıyor: Bu farklı toplum sözleşmelerinden hangisini benimsersek, buna
bağlı olarak sivâsi rejim tercihimiz farklı olur. Meselâ, Locke'un toplum
sözleşmesi çoğulcu-liberal bir rejime daha uygun bir zemin sağlarken,
Hobbes'cu, Rousseau'cu toplum sözleşmesi anlayışları tek partili rejimleri
savunmada daha elverişli bir retorik sağlar. Nitekim, Bolşevikler Rousseau'nun
“genel irâde” fikrini benimserler. Keza, Milli Mücâdelede, Ankara'da TBMM
kurulduğu zaman Gâzi de bu nazariyeyi savunmuştu (Amacı, bütün siyâsi gücü
Mecliste toplayıp, onu temsilen de kendi uhdesine almaktı).
Buna mukâbil, Montesguieu ise, Kanunların
Ruhu'nda kuvvetler ayrılığını savundu.
Şimdi soralım:
1) Hangi toplum sözleşmesi nazariyesi
Aydınlanma felsefesinin görüşüdür?
2) Aydınlanmanın siyâset felsefesi
kuvvetler ayrılığını mı yoksa birliğini mi esas alır?
Bütün bu sorulara kim, hangi nesnel
kıstasa göre cevap verebilir!
Açıkça görüldüğü gibi, 18. asırda
birbirine taban tabana zıt, gayrı kâbil-i telif, yekdiğerini nakzeden
nazariyeler ileri sürülmüştür. Bunlar sûreti katiyede bir araya getirilip de
“Aydınlanma” veya “Aydınlanma felsefesi” gibi aynı başlık altında toplanamaz!
II - Aydınlanma
Felsefesinin” Kendine Has Ayırtedici Özelliği (Differantia Specifica'sı) Var
mı?
Aydınlanma konusu üzerinde incelemede
bulunmuş pek çok Batılı yazar Aydınlanmanın karakteristik vechelerini tespite
çalışmıştır. Ama, ileri sürülen özellikler yazarlar arasında müştereklik
arzetmediği gibi, bu sözler mübhem ve muğlaktır. Meselâ, Aydınlanmanın
karakteristik özelliği olarak kimi “dine karşı olmayı”, kimi
“tenkidi”, kimi “aklı” vs. öne sürüyor. Bu kelimelere verdikleri manâ hem açık
değil, hem de bu özellikler 18. asırdan önce de zâten mevcut olduğundan
Aydınlanmanın ayırt edici vechesi (differentia specifica'sı) sayılamaz.
Bu konuda uzman sayılan E. Cassirer,
meşhur kitabında, Aydınlanmanın gerçek tabiatını tespit amacıyla şunları
söylüyor:
“Aydınlanma düşüncesinin gerçek tabiatı
belli bir öğreti, aksiyom veya teorem olarak formüle edilmesinde saf ve açık
şekilde görülemez ama o şüphe edip araştırırken, yıkıp yeniden yaparkenki
süreçte görülür.”
Felsefi tahlil şöyle olur: 18. asırda
bilgi, varlık, ahlâk, ilim, siyâset vb. alanlarda ileri sürülmüş olan felsefi
görüşler incelenir. Bu görüşler benzerlikleri itibâriyle tasnif edilir ve
neticede 18. asır filozoflarının ittifak ettikleri görüşler tespit edilerek,
bunlar Aydınlanmanın esâsları veya karakteristik vecheleri olarak sunulur.
Nitekim ben de daha önceki sayfalarda bu tür bir tahlilde bulundum ve 18. asır
filozoflarının görüşlerinin mütecânis olmadığını tespit ettim.
Karakteristik bir ortak yanının olmadığı
apaçık ortada iken hâlâ Aydınlanma felsefesinden bahsetmek mesnetsizdir ve bu
konuda ısrar etmek saçmalamaya yol açar.
Ne demek istediğimi açıkça görmemiz için
Cassirer'i okumaya devam edelim:
“Bu çağın câzibesi ve gerçek sistematik
değeri onun gelişmesinde, onu tahrik eden entellektüel enerjide ve çeşitli
meselelere hücum etmesindeki şevkindedir. Böyle bakıldığında Aydınlanma
Felsefesinin çeşitli vechelerinin bir birlik oluşturduğu farzedilebilir. Yok
eğer bu vecheler neticeleri itibâriyle değerlendirilirse, bunlar birbiriyle
uzlaşmaz çelişkiler veya birbirine uymayan düşünce unsurlarının eklektik bir
karışımı olarak görülür.”
Gördüğümüz gibi Cassirer de 18. asır
öğretilerinin mütecanis olmadığını farketmiştir. Ama, “Aydınlanmaya” olan
inancı yüzünden gerçekleri zorlamakta ve neticede de saçmalamaktadır. Altını
çizdiğim satırları tekrar okuyalım: “Entellektüel enerji... problemlere
hücum etmede şevk...” Ne demek bunlar? “Entellektüel enerji” ibâresi
sübjektif olduğu gibi zihni güçlü olan her insana atfedilebilecek bir
sıfattır. Keza, “Problemlere hücum etmede şevk” ibâresi de her ateşli hatibe
atfedilebilecek lâlettâyin bir sözdür. Bu kabil lâflar 18. asrı tasvir
değerinden tamamen yoksundur. Yukarıda da belirttiğim gibi böyle felsefi tahlil
olmaz! Bütün bu kabil ifâdeler felsefe değil, düpedüz boş lakırdılardır.
a) Aydınlanmanın Esâsının “Tenkit” Olduğu
İddiası:
Tenkit, 18. asır yazarlarına has bir
özellik değildir. Batı felsefesine âşinâ olanlar bilecektir, ilk filozof
sayılan Thales, talebesi Anaximandros tarafından tenkit edildi, onu da kendi
talebesi Anaximenes tenkit etti.
Şimdi derseniz ki, Aydınlanmacıların
tenkidi farklıdır; onlar cemiyetteki yaygın inançları tenkit ettiler.
Böyle bir itiraz doğru olmaz, çünkü
felsefe tarihine bakmaya devam edersek görürüz ki pek çok filozof zamanlarının
yaygın kanaatleri ile mücâdele etmişlerdir. Meselâ, Xenophanes (İ.Ö. 5. asır)
yaşadığı cemiyetin din telâkkisini tenkit etti, Sofistler (İ.Ö. 3. asır) o
devirde yaygın olan kanaatleri tahlil edip tenkit ederken, Sokrat ve Eflâtun, hem
sofistleri hem de Atina'daki çeşitli telâkkileri tenkit edip doğrusunu
göstermeye çalıştılar. Aristo ise Eflâtun gibi bir hocanın pek çok görüşünü
tenkit edip reddetti.
Kolayca görüleceği gibi “tenkit”
felsefenin umumi özelliklerinden birisidir ve Batı felsefesinin en başında bile
bunun zengin misâllerini buluruz. Bu özellik tüm felsefe tarihi boyunca devam
eder: Orta çağ zengin münâzaralar çağıdır. Bu dönem, 18. asır Kilise düşmanı
Fransız entelektüellerinin iddia ettikleri gibi, “Karanlık Çağ” değildir.
Hatırlatayım ki, Kilise, Aristo ve Eflâtun gibi iki paganı, nerdeyse aziz
mertebesine yükseltmiş, onların fikirlerinden istifâde etmede tereddüt etmemiş,
bağnazlığa düşmemiştir. Yani, Orta çağda da tartışma ve tenkit mevcuttu.
Daha sonraki dönemlerde ise misâllerin
haddi hesâbı yoktur. Erasmus (1466-1536) dogmatik skolastik anlayışı tenkit
etti, Montaigne (1533-1592), hemen her meseleyi skeptik tavrına konu edindi. F.
Bacon (1561-1626), Novum Organum, The Advancement of Learning ve New Atlantis adlı
kitaplarında zamanında yaygın olan, başta bilim anlayışı olmak üzere pek çok
konuyu tahlil edip tenkit etti. Descartes (1591-1650) ateistlere ve şüphecilere
karşı, onların argümanlarını tenkit ederek kendisi rasyonel bir sistem kurdu.
Pascal (1623-1662) ise Montaigne'e ahmak der ve başta rasyonalistler olmak
üzere filozofları toptan tenkit eder. Keza kitabının muhtelif yerlerinde
deist'leri ve Libre penseur'leri (serbest fikirli, zındık) şiddetle yerer.
Spinoza (1632-1677) ise Kitâb-ı Mukaddes'e dayalı din anlayışını tenkit ettiği
için hahamlar tarafından aforoz edilmişti.
Velhâsıl, görüldüğü gibi tenkit
filozofların umûmi özelliğidir; 18. asırdan önce de vardı, bu asırdan sonra da
devam etti. Şu hâlde tenkidi Les Philosophes'un" veya umûmi olarak
“Aydınlanmanın” karakteristik özelliği olarak görmek mesnetsizdir, yanlıştır.
b) Aydınlanmanın “Akılcılık” Olduğu
İddiası:
Bazı Fransız yazarları kendi zamanlarına
Le siecle de Lumiöre demişler, yani aklın ışıttığı çağ; ışık çağı.
Kendilerinden önceki zamanlara da, özellikle Orta çağa, karanlık çağ diyorlar.
Akıl meselesi üzerinde ikinci bölümde duracağım. Bununla berâber bu meselenin
ana hatlarını özetle belirteyim.
Akla önem verme de yeni değildir, Antik
Çağa kadar gider. Parmenides Batı düşüncesinin ilk klasik rasyonalistidir.
Keza, Eflâtun da hem bilgi hem de ahlâk alanında rasyonalizmi doruk seviyede
savunmuştur.
Aristo, bilgi edinmede tecrübeye önem
verdi. Ama, Nikomakhos'a Etik'de insanın diğer canlılardan ayırt edici
özelliğinin akıl olduğunu, bu sebeple, doğru yaşamanın bu kısmı, yâni
aklı mükemmelleştirmekle başarılacağını belirtir. Aklın mükemmelliği ise
tefekkür faaliyetindedir (teori). Bu görüşü itibâriyle Aristo'yu ahlâk alanında
rasyonalist saymak gerekir. Keza, Stoa geleneği de bilgi alanında empirisist
temâyüllü olsa bile ahlâk alanında rasyonalisttir. Ortaçağda ise vahiye baş
değer verilmiştir; bununla berâber akıl da fevkalâde önemsendi. Humanizm
denen akımla beraber akla paganvâri önem izafe edilmeye başlandı. Nihayet
17. asırda Galile ve Descartes gibi düşünürler, tarzları birbirinden farklı
olmakla beraber, aklın yüceltilmesinde öncü rolü oynadılar. Demek ki, 18. asra
gelinceye kadar Batı'da bu konuda muazzam bir birikim meydana gelmişti. Üstelik
Fransızların kendilerini ve çağlarını övmek için kullandıkları Lumiğre (ışık)
tabiri de yeni değildi. Descartes kitaplarında sık sık Lumen naturel tabirini
kullanır. Tabii ışık manâsına gelen bu tâbir Descartes'ın da buluşu değildir;
üstelik Orta çağda Lumen divin (ilâhi ışık) olarak kullanılmıştır.
Bu bağlamda, Cassirer'in kitabını okuyan
bir okuyucu, 18. asır yazarlarının dedüksiyona değil analize önem verdiklerini,
bu tarz düşünmenin orijinal olduğunu ve Aydınlanmanın karakteristiğini teşkil
ettiğini ileri sürer. Çünkü Cassirer 18. Asrın differantia specifica'sının 17.
asırdaki dedüksiyon tarzı akıl değil, analitik akıl olduğunu iddia ediyor.!
El cevap: Analiz meselesi de Batı'da
öteden beri üzerinde durulmuş bir konudur ve orijinal bir yanı yoktur. Bilim
felsefesi ile ilgili olanlar bilecektir ki, Avrupa'da 12. asırdan beri pekçok
yazar bu konuları incelediler: Robert Grosseteste (1168-1253), Roger Bacon
(1214-1292), Duns Scotus (1265-1308), William of Ockham (1280-1349) ve
başkaları, analiz (çözümleme) ve sentez (birleştirme) meselesini ilim metodu
olarak tahlil ettiler. Metodo risolutivo (method of resolution, ayrıştırma) ve
metodo compositivo (sentez, birleştirme) dahi denilen bu usuller
Galile'nin zamanına gelindiğinde artık harc-ı âlem meselelerdi. Galile
fiziğinde her iki akıl yürütmeyi de kullandı. Newton indüktif düşünmeye ve
deneye birinci derecede önem vermekle beraber, ulaşılan kanunlardan
dedüksiyonda bulunulabileceğini de kabûl eder.
Kısaca şunu ifâde edeyim: Analiz de
indüksiyon da yeni değildir; bilim metodu, vâsıtası olarak önemsenmesi
Aristo'ya kadar gider. Şu hâlde Cassirer'in bu iddiası da doğru değildir. Kaldı
ki, 18. asırda akıldan sâdece bunun anlaşıldığı da doğru değil. (Leibniz'i bir
yana koysak bile, Aydınlanmanın önemli simâlarından kabul edilen Kant'ın akıl
anlayışı bu görüşlerden tamamıyla farklıdır. Bu konuyu ikinci kısımda izah
edeceğim).
Bazı Fransız filozoflarının kendi
zamanlarına akıl tarafından ışıtılmış deyip kendilerini de aydınlanmış
görmeleri düpedüz övüngeçliktir, mesnetsiz bir retoriktir.
c) “Kilise'ye Karşı Çıkma” İddiası:
Bu iddia diğerlerinden de çürük: 18. Asrın
belirleyici özelliği olarak Katolik Kilisesi'ni ve resmi öğretisini tenkit etme
olduğu iddiası tamamen yanlıştır. Lise mezunu bir kimsenin bile kolayca
bileceği bazı tarih gerçeklerini hatırlatayım. Bindörtyüzlerin sonu, 1500'lerin
başında Avrupa'da radikal bir protestan hareket vuku buldu. 16. Asrın başında
Martin Luther (1483-1546), ondan biraz sonra John Calvin (1509-1564) Vatikan'a
isyan bayrağını açtılar. Dinde reform hareketi bütün gücü, şiddeti ve kanlı olayları
ile Avrupa'yı sardı.
Bu hâdiselere paralel olarak da dini
düşünce alanında liberal, deist, hatta ateist fikirler gelişip yayılmaya
başladı. Ruhban sınıfı ile, papazlarla alay etmek, onları tahkir etmek entelektüeller
arasında moda bir zihin sporu hâline geldi. 18. Asrın kendine has özelliği
olduğu ileri sürülen dini otoriteye karşı çıkmak, onu tenkit etmek, dini
dogmalardan bağımsız düşünmek gibi hasletlerin hepsi daha önce de, üstelik
güçlü olarak, mevcuttu. Bu sebeple 18. Asra has değildir, orijinal değildir.
d) “Deneye Önem Verme” İddiası:
Bir diğer iddia da 18. Asrın ayırt edici
özelliğinin deneye önem verilmesi olduğudur. Bu da yeni değildir.
Bilginin oluşmasında tecrübeye, duyu
verilerine, gözleme önem verme Aristo'ya kadar gider. Modern zamanlarda ise, F.
Bacon (1561-1626), Galile (1564-1642), Harvey (1578-1657) (Kan dolanımı
keşfeden İngiliz hekim), Hobbes (1588-1679), Newton (1642-1727) gibi namlı
âlimler tecrübenin, gözlemin önemini Avrupa entellektüel camiasına zâten
anlatmışlardı.
Les Philosephes denilen Fransızlar
bunlardan mülhemdir. Zâten, başta Voltaire (1694-1778) olmak üzere birçok Fransız
yazarı Newton'u ve Locke'u üstâd kabûl ederler.
Bu çağdaki fikirlerin orijinal olmadığını
bazı aydınlanma uzmanları da teslim ediyor. Meselâ Cassirer, bu dönem
yazarlarının öğretilerinin daha önceki asırlara dayandığının farkında
olduklarını belirttikten sonra şöyle diyor: “Aydınlanma Felsefesi sâdece
evvelki asırların mirâsına kondu; yeni ve orijinal fikirler ileri sürmek yerine
bu mirâsı düzene soktu, eledi, geliştirdi ve açık hâle getirdi”.
Cassirer'in böyle söylemesine rağmen hâlâ
Aydınlanmadan bahsetmesi düpedüz tutarsızlıktır.
Sonuç
Putperestlik sâdece tahsilsiz insanlarda
görülen bir durum değildir; kendilerini entellektüel, aydın görenlerde de,
hatta filozoflarda da yaygın olan bir insani zaaftır. Keza, sâdece ilkel
dindarlar değil, “modern ateistler” de, bizim Ataistler (atatürkçüler) de,
“çağdaş laikler” de, aynı şekilde putperesttirler.
Putperestlik olgusunu tahlil etmeyi başka
bir zamana tehir ediyorum. Ama, bu münâsebetle hatırlatayım ki, binlerce yıldır
pek çok akıllı insan putperestliğin zarârına dikkat çekmiştir. Kudemâyı bir
yana bırakalım da, gene Batıdan bir misâl verelim: Batıda bilim düşüncesinin
günümüzdeki şeklini almasında katkısı olmuş yazarlardan Francis Bacon, dört
asır önce, benim burada tenkit ettiğim manâdaki putperestlik hakkında bizi de
ilgilendiren fikirler ileri sürmüştür. Konumuzu alâkadar ettiği nispette
Bacon'ın tahliline özetle temas edeyim.
F. Bacon, Novum Organum adlı eserinde
insan zihninin dört çeşit put tarafından işgâl edildiğini belirtir:
Kabile putu, mağara putu, çarşı putu ve tiyatro putu.! Bunları özet
olarak izah edeyim: Bacon,
1) Kabile putu ile insan soyunun kendi
duyularına göre tabiat hakkında hükümler vermesini kasteder;
2) Mağara putu ile şahısların kendi
eğilimlerinin, eğitimlerinin ve inançlarının eseri olan şartlanmalarına göre
hükümlerde bulunmalarını kasteder;
3) Çarşı putu ile lisâna sinmiş olan
yanlış telâkkilerin, lisan vâsıtasıyla yeni nesillere intikâlini kasteder;
4) Tiyatro putu ile de belli felsefe
sistemlerine ait dogmaların zihinlere sinmesini kasteder. Felsefe sistemlerinin
yanısıra zihinlere nakşolmuş çeşitli entelektüel dogmalar da bu gruba girer.
Bacon'ın bu görüşünün ışığında
“Aydınlanma” hurâfesinin de bir put olduğu kolayca anlaşılacaktır. Özellikle de
tiyatro putu olduğu. Bu hurafe veya put Batıda yaratıldı, bize oradan geldi.
Batılı brahminlere katiyen güvenmemek
lâzım. “Doğru yaşama” ve “doğru düşünme”nin yollarını onlar da bilmiyorlar, bu
asli konularda onların zihinleri de tamâmen karışıktır. Binaenaleyh, tefekkür
ve doğru yaşama konularında Batılılar bize rehber olmaya ehil değillerdir.
Bizim brahminler, yâni, “aydınlar” ve
üniversite hocaları ise, umûmiyetle, bu gerçeği idrâk edemiyorlar,
Batı iktisaden ve askeri olarak güçlü
olduğu için, tabiat bilgisi ve fen alanındaki gelişmeler Batıda meydana geldiği
için, bizim brahminler Batılıları gözlerinde çok büyütüyorlar ve onların
tefekkür alanında da üstün olduğu zehâbına kapılıyorlar. Hâlbuki, (bilim,
denilen) tabiat bilgisi ve fen dışında Batılılar, felsefe (tefekkür) ve doğru
yaşama ilkeleri alanında sanıldığı gibi yüksek bir kültür yaratmadılar. Bu
ikinci alanlarda Batının bize hiçbir üstünlüğü yoktur, bize katiyetle mürşit
olamazlar. Batı felsefesi, özellikle modern felsefe fâhiş hatalarla malûldur.
20. asır Batı felsefesi ise, tam manâsıyle bir tereddidir, felsefenin
tefessühüdür. Bizim “münevverân” iki asırdan beri Garp karşısında yoğun bir
aşağılık duygusuna kapıldı. Düçar oldukları bu kompleks onları âdeta hipnoza
soktu: Nasıl şehirlerarası yollarda, anayola çıkan tavşanlar otomobil
farlarının tesiriyle hipnotik bir hareketsizliğe girerek donup kalırlarsa;
bizim “aydınlar” da, akademisyenler de aynen o şekilde Batı tefekkürünün
“ışığı, aydınlığı” (!) karşısında hipnotik şaşkınlığa düştüler.
Neticede de Batıdan kumandalı şuursuz
robotlar hâline geldiler. Milletçe düçar olduğumuz bu elim durumdan türk
brahminleri birinci derecede mesûldurler. Türk intelligentsiasının tefekkür ve
karakter zaafiyeti neticesinde zihnen, garba tamâmen bağımlı hâle gelindi.
Siyâsi alandaki garba zelilâne bağımlığımız ise bu durumun eserdir.
Bu hâb-ı gafletten behemehâl ayılmalıdır.
Batı taklitçiliği neticesinde mâruz kalınan haysiyet kırıcı durumdan ve fikri,
siyâsi, içtimai hastalıktan Türk Milletinin mutlaka, bilâ kaydü şart kurtulması
gerekir.
Hâl-i hazır zihin esâretimiz vahimdir, ama
ümitsiz değil. Bu marazdan halâs olmamız kâbildir.
23 Aralık 1994 Beytepe
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı : 399 / Şubat 2024