Aydınlanma Üzerine Bir Derkenar - Alparslan Aydar

Aydınlanma Üzerine Bir Derkenar

Aydınlanma felsefesi entelektüel hurafeden birisidir. Felsefecilerin yaptığı sayısız hatalardan biri de felsefi fikirlerin tasnifi ile alâkalıdır. Felsefe Tarihi, klâsik olarak "Antik Çağ, Hellenistik Dönem, Ortaçağ, Renaissance Felsefesi, Aydınlanma Felsefesi... vs.” olarak tasnif edilir. Bu durum, Felsefe Tarihi okuyanlarda şu intibayı uyandırıyor: Beşeriyetin felsefe yapması Thales ile başlamış, bâlâda mezkür merhalelerden geçip günümüze gelmiştir. Bu tasnifin doğruluğu hakkında şüphe etmek kimsenin hatırına gelmez. Halbuki bu tasnif tamamen gerçek dışıdır. Beşeriyet şöyle dursun, “Avrupa” bile bu merhalelerden geçmemiştir.

Zira bu “merhaleler” bu tasnifi yapanların zihninden başka hiçbir yerde vuku bulmamıştır. Bu tasnifleri, yakın çağlarda felsefe fikirleriyle uğraşan bazı düşünce tarihçileri yapmışlardır; ama zamanla herkes buna alışmış ve gerçek sanmıştır. Bu tasnifin sun'i olduğunu anlamak için herhangi bir felsefe tarihi kitabını dikkatli okumak kâfidir.

Aydınlanma Üzerine Bir Derkenar
Fehmi Baykan
Bilge Su Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı : 399 / Şubat 2024

Önsöz

Bu kitapta “Aydınlanmanın” bir efsâne, hatta bir entelektüel hurafe olduğunu ortaya koydum. Felsefe Tarihi bu kabil hatalarla doludur.

Felsefecilerin yaptığı sayısız hatalardan biri de felsefi fikirlerin tasnifi ile alâkalıdır. Felsefe Tarihi, klâsik olarak “Antik Çağ, Hellenistik Dönem, Ortaçağ, Renaissance Felsefesi, Aydınlanma Felsefesi... vs.” olarak tasnif edilir. Bu durum, Felsefe Tarihi okuyanlarda şu intibayı uyandırıyor: Beşeriyetin felsefe yapması Thales ile başlamış, bâlâda mezkûr merhalelerden geçip günümüze gelmiştir. Kitaplar böyle yazar, “hocalar” böyle öğretir; bu tasnifin doğruluğu hakkında şüphe etmek kimsenin hatırına gelmez.

Hâlbuki bu tasnif tamamen sun'idir, gerçek dışıdır. Beşeriyet şöyle dursun, “Avrupa” bile bu merhalelerden geçmemiştir. Zira bu “merhaleler”, bu tasnifi yapanların zihninden başka hiçbir yerde vuku bulmamıştır. Bu tasnifleri, yakın çağlarda felsefe fikirleriyle uğraşan bazı düşünce tarihçileri yapmışlardır; ama zamanla herkes buna alışmış ve gerçek sanmıştır.

Bu tasnifin sun'i olduğunu anlamak için herhangi bir felsefe tarihi kitabını dikkatli okumak kâfidir.

Tasnifler, incelemeyi kolaylaştırmak için yapılır, faydalıdır. Üstelik zihin tasnif yapmaya tabii olarak mütemâyildir. Sınıflandırma, zihnin anlama faaliyeti cümlesinden olup benzerleri (veya aynı olanları) bir araya getirme, farklı olanları ayırma işleminin eseridir. Zihin tabii olarak böyle işler; mesele burada değil. Mesele, bazı insanların aynı olmayan, benzer olmayan, hatta farklı olan nesneleri bir araya getirmesinden ve yanlış bağlantılar kurarak hatalı neticeler çıkarmasından kaynaklanır. Vahim bir beşerî gerçek de şudur: Zihnimiz yapısı yüzünden güçsüzdür, hata yapmaya meyyâldir. Filozof denilenler de, felsefeci, entelektüel denilenler de insandır, onların zihinleri de güçsüzdür, hataya mürtemâyildir. Ve neticede onlar da sayısız hatalar yaparlar. Düşünce Tarihi, “felsefe tarihi”, insanoğlunun hakikati arama gayreti olarak değerlidir ama, aynı zamanda da Felsefe Tarihi hatalar tarihidir. Filozoflar da, bunların fikirleriyle uğraşanlar da pek çok hata yapmıştır. Ben, fahiş hata yapmamış bir filozof bilmiyorum. Düşünce Tarihi'nin çok vahim bir meselesi de budur: Filozofların hataları. Çok şükür ki, pek çok filozof kendinden öncekilerle ilgili tenkidâmiz fikirler ileri sürmüşdür. Lâkin bu tenkidler çok kısmidir, ancak belli birkaç fikir ile sınırlı kalır. İlk köklü tenkidi Viyana Çevresi yapmıştır. Lâkin bu grubun kendisi yıktığından da çok hata yapmıştır, fikirleri ilkeldir ve neticede felsefi düşünceyi fakirleştirmişlerdir.

Peki, niye “aydınlanmayı” seçtim de diğer sun'i tasniflerden birini bu kitapta seçmedim. Öyle ya, bana göre bu tasnifler cümleten uydurma! Renaissance da uydurma: Hiç kimse “yeniden doğmadı”. Böyle bir dönem de yok. Hâl böyle iken neden aydınlanmayı hassaten hedef aldım? Sebebini kitabın başında belirttim: Bizim ilerici taifesi (Antik çağı, Ortaçağ'ı, Renaissance'ı değil de) aydınlanmayı putlaştırdı.

'Put” deyince hatırınıza iptidai kavimlerin tapındıkları heykeller gelmesin. Put, insanla gerçek arasına giren, insanın gerçeği anlamasını engelleyen; yanlışlığının yansıra bir de yüceltilip tartışılmaz değer izâfe edilen her türlü fikri, hissi bağımlılıklardır. Hadi size bir de portatif târif vereyim: Put, kutsallaştırdığımız hatalarımızdır. (Daha da küçültüp, cep tarifi yapayım: kutsal hata)

İnsanoğlu yapısı yüzünden putperesttir. Hangi dine inanırsa inansın dindârı da putperesttir, dinsizi de; teisti de ateisti de; mâneviyâtçısı da maddecisi de; âlimi de câhili de. Ve elbette ki filozofu da, felsefecisi de, entelektüeli de putperesttir. Bunlar da devamlı put yaratırlar, yarattıklarına da taparlar.

“Felsefe tarihi” dedikleri de putlarla doludur. Çünki filozof denilenler de câhildi, doğru düşünmeyi bilemiyorlardı; bunlar da zihnin yapısını, çalışma tarzlarını, zihnin nasıl hatalar yaptığını kemâliyle idrâk edememişlerdi. (Bu tür konular zamanımızda bile tam bilinemiyor. Fakir de bu mevzuların uzmanı olduğumu hiç iddia etmiyorum.) Filozoflarda yaygın olarak gördüğüm hatalardan birisi de, muhakeme (akılyürütme) ile muhayyele (hayal kurma) arasındaki farkı tefrik edememeleridir. Neticede, “düşünüyorum” sanırken, sık sık “hayâl kurmuşlardır.” Üstelik fikirlerinin tekâbül etdiği nesne üzerinde de pek durmazlar: “Bu benim hakkında konuştuğum nesne mümkün tecrübe alanına girer mi, bilinebilir mi?” sualini sormazlar.

Şimdi işâret ettiğim bu bir iki husus üzerinde dursalar idi, bugün elimizde mevcut felsefe tarihinin kısm-ı azâmisi zâten olmazdı. 

Bunları okuyunca gençlerin şöyle düşüneceklerini tahmin ediyorum: Mâdem felsefe denilen bu kadar hatalarla dolu, o zaman ne diye okuyalım? Düşünce tarihini, eski adamların fikirlerini, kaldırıp atalım, keen lemyekün (hiç yokmuş, hiç olmamış) addedelim. Vakit isrâfına ne lüzum var?

Bu düşünce de yanlış olur. Böyle düşünmeyin! “Hatasız dost arayan dostsuz kalır” derler. Fakir de buna nazire olarak, hatasız âlim arayan câhil kalır derim. Herkes hata yapar. Bu tabiidir. Üstelik cehâlet tabii hâlimizdir. Bu hâlimizden tam manâsıyla hiçbir zaman kurtulamayacağız. Tasavvur edin, en âlimimizin bildiği bile, bu koskoca Kainat muvacehesinde nedir ki? Hiç: Kubbede habbe mesâbesinde bile değil.

Binaenaleyh, bir taraftan öğrenmeye devam edeceğiz, öte yandan da devamlı müteyakkız (uyanık, gözü açık) olacağız. Bildiğimiz birkaç kırıntıyı nihai hakikat olarak görmeyeceğiz; şu fikri, bu öğretiyi; şu düşünürü bu ideoloğu putlaştırmayacağız. Bilâkis, bütün bunların insani olduğunu, hatalı olabileceğini hesaba katarak müteyakkız olacağız. Hataları görmeye, bulmaya çalışacağız. Bakın; hatalar da faydalı olabilir, doğruyu idrâke vesile olabilir. Doğru, gerçekçi, düşünmeyi becerebilirseniz, hataları inceledikçe, bunların mefhûmu muhâlifi olan doğru'yu kavrayabilirsiniz. 

İlmi çalışmalarda, üniversite hayatında otorite olmaz. Tetkik, tetebbu ve tefekkür faaliyetinde nihai değer hakikatdir. Bu gâye istikametinde çalışırken elbette başkalarından istifade edilir, bizden tecrübeli olanların kılavuzluğu faydalıdır ve yararlanmak gerekir. Bunda hiç şüphe yok. Lâkin, eskilerin birikimlerinden, günümüzdekilerin çalışmalarından, fikirlerinden, istifâde ederken teyakkuzu da katiyen ihmâl etmemek gerekir. İnsan zihninde, yaygın görüşleri, otorite kâbul edilenlerin fikirlerini hemen benimsemeye doğru bir eğilim vardır. Zihnimizin bu kabil tabii temayüllerini bilip, çok dikkatli ve uyanık olmak lâzım. Zira, aksi takdirde kolayca safsatalara (fallacy) düşeriz. 

Zinhar öyle yapmayın. Ben bu durumun numûnesini hocalık hayatımda çok gördüm. Henüz elifbadan bibehre, bacak kadar velet bilir bilmez ukalâlık yapar, ego show'u yapar, etrâfa, arkadaşlarına fiyaka yapar. (Bana böyle zibidilik yapmaya kalkanlar ne kadar tahammülsüz olduğumu, sert tepki gösterdiğimi iyi bilirler.)

Ben burada gençlerin serkeşlik yapmasını, isyankâr olmasını sûreti kat'iyede savunmuyorum. Bilâkis! Ben zihin disiplinini ruh disiplinini savunuyorum. Her okuduğunuza, her duyduğunuza inanmayın ama, zinhar hemen de itiraz etmeyin. Sabırla araştırın, okuyun, düşünün. Karara en sonunda varın, en başında değil.

İsyankâr edepsizlerin yeri üniversite değildir.

Benim bu kitapta ve diğer yazılarımda belirttiğim fikirlerimi de, işâret ettiğim ruh doğrultusunda araştırın. Sözlerim doğru ise, ne âlâ. Yanlış ise, bana da bildirin ki hatâmı tashih edeyim.

Ama önce sabırla araştırıp, düşünün...

Mayıs 2000

Mesele

Türk fikir hayatında Batı düşüncesini temsil eden üç grup var; liberaller, Atatürkçüler, solcular. Farklı derecelerde olmakla beraber bunların hepsi de bizim üzerimizde etkili oluyor.

Bu zümreler bazı konularda aralarında ihtilâfa düşüyorlar ama hepsinin ittifak ettiği görüşler de var. Müttefik oldukları noktaların başında “Aydınlanma” gelir. Her üç zümreye mensup bâzı ehi-i kalem sık sık ‘Aydınlanma Felsefesi’nden sitâyişle bahseder ve hepsi de kendi fikriyâtını “Aydınlanma”nın mirâsı görüp, övünürler. Böylece ya açık ya da dolaylı olarak bizlere (millete) “Aydınlanmacı” olmayı telkin ederler.

“Aydınlanma” meselesi Türkiye'nin iki asırdır düçar olduğu “kimlik bunalımı” veya “kimlik arayışı” ile yakından alâkalıdır.

Malûmdur ki, Osmanlıda hâkim resmi dünya görüşü Müslümanlıktı. (Batıda nasıl hıristiyanlık idiyse.) On sekizinci asırdan itibâren Türkiye'ye garpkâri müesseseler ve fikirler nakledilmeye başlandı. Bu durum 19. asırda güçlendi ve kurumlaştı.

Böylece imparatorluk bünyesinde dini fikir ve kurumların, gelenekleşmiş yaşama tarzının yanı sıra “garplılık” gelişip yayılmaya başladı. Neticede Türk tefekkür ve içtimai hayatı, tabir caiz ise, çift tanrılı oldu. Bu dualizm ve tereddüd Cumhurriyetin kurulmasına kadar devam etti. Gâzi, malûmunuz, saltanat ve hilâfeti yıkarken tüm Osmanlı müesseselerini ve dini dünya görüşünü de külliyyen red ve terk etdi. Garp tanrısının tekliğinde tevhid sağlandı: Tek kral, tek kanun, tek imân.

Cumhuriyet'le ihdas edilen yeni siyâset ve topluluk nizâmının dünya görüşü ne olacaktı? Dini dünya görüşü ne ile ikâme edilecekti? 

Buna “ilim”dendi (“En Hakiki Mürşit”), “akıl” dendi. Batı felsefesine âşinâ olanlar ise “Aydınlanma” dediler, diyorlar.

Günümüzde de pek çok akademisyen, araştırmacı, hatta köşe yazarı aynı fikri işlemektedir. “Aydınlanma Felsefesi”, umumi olarak bir dünya görüşü olarak sunuluyor, veya Atatürkçü, solcu, liberal yazarlar kendi fikirlerini savunurken, meşrûluk zemini olarak aydınlanmaya atıfta bulunuyorlar.

Asırlarca süren bütün bu gelişmeler neticesinde, Katolik Kilisesi Batı tefekkür hayatı üzerindeki tekelini yitirdi. Buna mukâbil laik düşünürlerin ve âlimlerin bu alanda tesir ve hâkimiyetleri arttı. Onyedinci asırda, Copernicus-Galile-Newton çizgisinde gelişen tabiat bilgisi; Descartes, rasyonalistler vb. düşünürlerce geliştirilen felsefe akımları, Kilise'nin resmi öğretisi hâricinde zengin bir birikim hâsıl etti. Zaten, 14. Asırdan beri Antik Çağ filozoflarının fikirleri Avrupa'da tahsilliler arasında tanınıp yayılmaya başlamıştı (Hümanizm).

Bütün bu gelişmeler neticesinde Avrupa'da Brahmin sınıfı (akıl hocaları/önderleri) değişti. On yedinci asrın bâriz özelliklerinden birisi de işte bu olgudur. Avrupa'da ruhban sınıfı brahminlik tekelini kaybederken “laik brahminler” fikir hayâtında hâkim oldular. “Aydınlanma Çağı” denilen 18. asırda bu gelişmenin konturları daha koyu çizgilerle çizildi. Bu devir yazarlarının çoğu Tanrıya inansa da Kilise'ye karşı derin bir husûmet duydular. Bu tepkilerini, Lucretius'un meşhur mısraını şiar (motto) hâline getirerek ifâde ettiler: “Din işte böyle kötülüklere yol açar.”

Avrupa'daki bu gelişmeler Osmanlıya 19. Asırda yansıdı.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte de Türkiye'de “laik brahmin sınıfı” halkı eğitmeyi ve dünya görüşünü belirlemeyi tekeline aldı.

Daha önce de belirttiğim gibi, bizim laik barahminlerin üç mezhebi, yâni, Atatürkçüler, solcular ve liberaller bâzı meselelerde kendi aralarında ihtilâfa düşseler bile “Aydınlanma felsefesini” benimseyip, hürmet etmede müttefiktirler. Bu mezheplere mensup olanların kalitesizleri “Aydınlanma felsefesinden” bihaberdir, ama bu istikâmette ihdas edilmiş olan “bilim”, “akıl”, “çağdaşlık”, “laiklik, laisizm” vb. sloganları bilir bilmez kullanıp, millete lâf ile nizâmat vermeye kalkarlar. Bu zümrelerin daha ehil olanları ise, açıkça, “Aydınlanma” ilkelerinden bahsederler.

Öyle görülüyor ki, “Aydınlanma”, dini dünya görüşüne (husûsiyle Müslümanlığa) karşı bir alternatif olarak ileri sürülmektedir. Şimdi sorum şu: Aydınlanma felsefesi nedir?

Mâdem ki bu brahminler millet olarak zihinlerimizi “Aydınlanma Felsefesi” istikâmetinde etkiliyorlar, bizi bu ilkelere göre eğitiyorlar, bu dünya görüşünü kabûle bizi zorluyorlar, o hâlde bu felsefeyi bilmemiz lâzım.

Bu felsefeyi bilebilmek için ise, her şeyden önce, böyle bir felsefenin olması lâzım.

Halbuki böyle bir “Felsefe” yoktur! 

Müteakip kısımda “Aydınlanma Felsefesi” diye bir felsefenin olmadığını, bunun düpedüz efsâne olduğunu delillendirdim.

İkinci kısımda da 18. Asrın önde gelen bazı simâlarınndan Locke (1632-1714), Berkeley (1685-1753) Hume (1711-1776) ve Kant’ı (1724-1804) ele alıp, bunların temel fikirlerini tahlil ettim. Ve delillendirerek gösterdim ki, bu şahısların temel görüşleri baştan aşağı tutarsızdır, argümanları geçersizdir.

Bu tahlil ve tespitlerim neticesinde, “çağdaş” brahminlerimizin bize, “çağdaşlık, uygarlık” nâmına efsâne empoze ettiği, zihinlerimizi karıştırdığı, her şeyden önce de kendi zihinlerinin bu mevzularda tamamen karışık olduğu hükmüne vardım.

Şimdi bu tespitimi adım adım delillendireyim. 

Aydınlanma Efsânesi

Felsefe tarihi kitaplarına bakarsanız 18. Asra “Aydınlanma Çağı” dendiğini, bu dönem felsefesinin de umûmi olarak “Aydınlanma felsefesi” olarak nitelendirildiğini görürsünüz. Böyle bir adlandırma insana şöyle bir fikri ilhâm ediyor: Demek ki, daha önce Batı karanlık içindeymiş, 18. asırda birden bire nûra garkolmuş... Bu çağın sonunda da, besbelli ki aydınlanma nihâyete ermiş. Yâni, tekrar karanlık çağ başlamış.... Eğer aydınlanma sâdece 18. asırla sınırlıysa, şu hâlde biz elan karanlık içindeyiz.

Pek mübalağalı ve övücü bir sıfat olan “Aydınlanma” ile nitelendirilen bu asrı ve bu asır düşünürlerini yakından tetkik etmek lâzım. Bunun için iki grup kitabın incelenmesi gerek: Birincisi, 18. asır filozoflarının eserleri, ikinci olarak da “Aydınlanma felsefesi” konusunda yazılan kitaplar. (“Aydınlanma” hakkında Batıda zengin bir literatür var.)

Bu meseleyi incelemem sonunda vardığım netice şudur: “Aydınlanma felsefesi” diye bir felsefe yoktur.

İzah edeyim;

Önce “Felsefe” kelimesinden başlayalım. Bu kelime akademik çevrede iki şeyin adı olarak kullanılır:

a) “Felsefe” kelimesi belli problemler alanını kastetme olarak kullanılır. Meselâ, bilgiyle ilgili meseleler alanına (bilginin kaynağı, doğruluk, kesinlik vb. konulara) “bilgi felsefesi” denir. Varlıkla ilgili meseleler alanına (ana unsur, oluş sebepleri, varlık kategorileri vb. konulara) “varlık felsefesi” denir. Aynı şekilde ahlâk, siyâset, bilim vb. alanların problemlerinin tartışıldığı “felsefeler” vardır. 

b) İkinci olarak da “Felsefe” kelimesi belli bir konuda ileri sürülmüş birbirine benzer veya yakın görüşleri gruplandırmak için kullanılır. Meselâ, rasyonalist felsefe, empirisist felsefe deyince, bilginin kaynağı vb. konularda ileri sürülen benzer fikirleri sınıflandırma anlaşılır. Keza, varlığın asli unsuru (substance) nedir vb. gibi sorulara verilen cevaplar da benzerliklerine göre, materyalist felsete, spiritualist felsete tarzında tasnif edilir.

Her iki durumda da, “felsefe” kelimesinin tekâbül ettiği nesne, birbirine benzer veya yakın olan görüşler ya da fikirlerdir. Burada önemli olan husus, bu alanın bir birlik bütünlük yakınlık arzetmesidir.

Şimdi; eğer “Aydınlanma felsefesi” diye bir felsefe varsa, bilgi ile, ahlâk ile, varlık ile vb. konularla ilgili, birbirine benzer veya yakın görüşler ihtivâ etmeli ki, bütün bu görüşleri aynı isim (aydınlanma) altında toplayıp, tasnif edebilelim.

Daha da spesifik olayım: Aydınlanma felsefesi, eğer iddia edildiği gibi var ise;

1. Bu ad altında toplanabilecek, aynı konularda birbirine benzer veya yakın görüşler, öğretiler olmalı,

2. “Aydınlanma felsefesinin” bir differentia specifica'sı yâni, onu diğer felsefelerden ayırt eden, ona has özellikleri olmalı,

3. Keza, eğer 18. asırda bir “Aydınlanma” vukû buldu ise, kim, ne ile ve nede aydınlandı, açıkça belli olmalı.

Bu felsefi kıstaslara göre konuyu tahlil edelim.

1. “Aydınlanma” Adı Altında Toplanabilecek Mütecânis Bir Öğreti Var mı?

El cevap: Yoktur. Bu dönemde ileri sürülen çeşitli görüşler mütecânis (homojen) değildir. Üstelik, Aydınlanma filozoflarının kadrosunu tam olarak tâyin dahi mümkün değildir.

Şimdi bu iki noktayı teker teker ele alalım.

a) Kadro Meselesi: Aydınlanma Filozofları Kimlerdir?

Aydınlanma Filozoflarının kadrosunu tâyin etmek mümkün olmuyor. Bu olguyu müşahhas misâllerle delillendireyim.

N. Hampson, Aydınlanma Çağı adlı kitabının arkasındaki ekte Aydınlanmanın önemli yazarlarını, hayat bölümleri itibâriyle sıralanmış. Bu sıradaki isimlere bakalım: Locke, Leibniz, Newton, Pope, Vico, Montesguieu, Maupertuis, Voltaire, Linnaeus, Buffon, La mettrie, Hume, Rousseau, Diderot, Helvetius, Condillac, d'Holbach, Adam Smith, Kant, Lessing, Burke, Beccaria, Condocet, Herder, Goethe.!

Bu listeyle alâkalı ilk sorum şu: Hampson'un Aydınlanma kadrosu olarak belirttiği bu isimler üzerinde acaba herkes müttefik mi?  

El cevap: Değil. Üstelik böyle bir ittifakın olmadığını bizzat Hampson belirtiyor.

Öteye gitmeye lüzum yok; aynı kitabın 90. sayfasını okuyalım; “Felsefi cephede, Aydınlanma'nın kendine güvenli tavrına en etkili darbeler Hume tarafından vuruldu. Hume sistemli bir biçimde adım adım ilerleyerek, Aydınlanma'nın değerlerini sağlam bir temele oturttuğuna ilişkin savları çürüttü.”

Bu tutarsızlık sâdece söz konusu yazarın ettiği basit bir dikkatsizlik değil. Bu durum Aydınlanmanın belirsizliğinden kaynaklanıyor. Aydınlanma konusunda mütehassıs olan diğer yazarların hepsinde de aynı sorun var ve hiçbirinin Aydınlanma kadrosu diğerininkine uymuyor. Bu durumla alâkalı bir başka mesele de, Aydınlanmanın başlangıcı ve başlatan filozofların kimler olduğu. Bu mübhemiyetle ilgili bir iki misâl vereyim: Peter Gay, Aydınlanma ile ilgili antolojisinin F. Bacon kısmında bu filozofu gerçek Aydınlanmanın öncüsü olarak görür Buna mukâbil L, M. Marsak Aydınlanmayı “Renaissance'ın veya Orta çağın sonu veya modern zamanların başı” olarak kabûl eder. Bu kadarla kalsa gene iyi, bazıları ise Aydınlanmayı Antik Çağa kadar uzatırlar ve Grek Aydınlanmasından bahsederler. Şimdi ilk önemli tespitimizi yapalım: Önce en somut soruyu sorduk; Aydınlanma kadrosuna dâhil filozoflar kimlerdir? Gördük ki bu mevzûda rivâyet muhtelif; tam bir ittifak yok. Başka bir ifâdeyle, Aydınlanmanın kadrosunu bile belirlemek imkânsız. Bu imkânsızlığın sebebi “Aydınlanma” diye mütecânis bir öğretinin olmamasıdır. Şimdi bu meseleyi tahlil edeyim.

b) Bu Dönemde ileri Sürülen Çeşitli Görüşler Mütecânis Bir Öğreti Teşkil Ediyor mu?

On sekizinci asır yazarlarının görüşleri incelendiğinde bunların birbirine uymayan, hatta yekdiğerini nakzeden bir karmaşa yumağı olduğu görülür.

Tespitimi çeşitli felsefe dallarıyla alâkalı müşahhas misâllerle delillendireyim:

Önce bilgi felsefesinden başlayalım: Bilgi felsefesi alanında Aydınlanmanın görüşünü Locke mu temsil eder Kant mı?

Locke'a göre bütün tasavvurlarımız tecrübeden gelir. İlk nazarda tecrübeyle alâkası yokmuş gibi görünen soyut kavramlar bile, basit fikirlerin bileşik hâlidir. Halbuki Kant'a göre temel kavramlar tecrübeden gelmez, bunlar anlama yetisinin a priori kategorileridir. Üstelik bu kategoriler (algının saf formları olan zaman ve mekân ile birlikte) tecrübenin ön şartıdır. Söz konusu kategoriler olmasa idi tecrübe imkânsız olurdu.

Bu taban tabana zıt iki görüşten hangisini Aydınlanmanın bilgi felsefesi sayacağız? Aydınlanmanın bilgi görüşü empirisizm midir, rasyonalizm mi?!

Şimdi de varlık felsefesinden bir misâl vereyim. Meselâ, substance (cevher, dayanak, altta duran) meselesi... Locke hem cisim olarak substansı, hem de ruhi varlık olarak substansı kabûl eder. Berkeley ise maddi substansı reddedip mânevi substansı asıl kabûl eder. Hume ise her ikisini birden reddeder. Kant'a göre ise substans anlama yetisinin bir kategorisidir.

Devam edeyim; Varlık meselesiyle ilgili olarak d'Holbach'ın materyalizmi mi Aydınlanmanın varlık felsefesini oluşturur yoksa Leibniz'in (sürrealist) monad teorisi mi?

Şimdi de bilim felsefesiyle alâkalı bir noktaya temas edeyim: Zaman ve mekân Newtoncu fiziğe göre nesneldir (zihin dışı) ve mutlaktır. Halbuki Kant'a göreyse, algının saf formlarıdır ve tamamen özneldir.

Bu bağlamda zikredilebilecek bir diğer mesele de bilim bilgisine ulaşma yoludur (metodu). Voltaire ve Fransız yazarlarının önemli bir kısmı bu konuda Newtoncu modeli esas alır, deney ve indüksiyona önem verirler. Hâlbuki Kant'a göre bilim bilgisi olan sentetik a priori yargıları ilmî kılan zorunlu ve evrensel (tümel) yan tecrübeden gelmez, anlama yetisinde a priori mevcuttur.

Bu arada Descartes'ın akılcı, pür dedüktif, bir bilim metodunun da var olduğunu hatırlayalım.

Bunlardan hangisi Aydınlanmanın bilim görüşüdür? Kim, hangi nesnel kıstasa göre “Aydınlanmanın bilim anlayışı şudur”, diyebilir? 

Ahlâk felsefesi alanında da aynı kargaşa var. Meselâ, bu konuda Hume'un, ahlâkı duyguyu esas alarak izah eden görüşünü mü, yoksa Kant'ın, ahlâkı duygulardan (fenomenden) tamamen bağımsız olarak ele aldığı nazariyesini mi Aydınlanmanın etiği olarak kabul edeceğiz?

Din alanında da hâkeza, birbiriyle gayrı kâbil-i telif görüşler var. Locke'un Hristiyanlığı akla uygun bulması mı, Hume'un dini korku ile izâhı mı, Voltaire'in deismi mi, d'Holbach ve La Mettrie'nin ateizmi mi, Kant'ın tanrı ve ruhu saf aklın ideleri olarak görmesi mi Aydınlanmanın din görüşüdür?

Siyâset felsefesine de temas edeyim. Bu dönemde siyâset alanında yazılanlar özetlenemeyecek kadar çok ve çeşitlidir. Ben sâdece, bu alandaki görüşlerin de birbirine uymadığını göstermek için bir numune göstereyim: “Toplum sözleşmesi."

Bilindiği gibi, bu nazariye Liberalizmin siyâsi dayanaklarından biri, belki de en önemlisidir. Zira, liberal anlayışa göre toplum sözleşmesi, siyâsi iktidarı din dayanağından ve hânedan tekelinden kurtarıp, idâre edilenlerin rızâsına bağlar.

Bu kadar önem izâfe edilmesine rağmen bu nazariye de mütecânis değildir. Hobbes'un, Locke'un, Rousseau'nun, Kant'ın toplum sözleşmesi görüşleri birbirinden farklıdır.

Bunun neticesi olarak şöyle bir mesele de ortaya çıkıyor: Bu farklı toplum sözleşmelerinden hangisini benimsersek, buna bağlı olarak sivâsi rejim tercihimiz farklı olur. Meselâ, Locke'un toplum sözleşmesi çoğulcu-liberal bir rejime daha uygun bir zemin sağlarken, Hobbes'cu, Rousseau'cu toplum sözleşmesi anlayışları tek partili rejimleri savunmada daha elverişli bir retorik sağlar. Nitekim, Bolşevikler Rousseau'nun “genel irâde” fikrini benimserler. Keza, Milli Mücâdelede, Ankara'da TBMM kurulduğu zaman Gâzi de bu nazariyeyi savunmuştu (Amacı, bütün siyâsi gücü Mecliste toplayıp, onu temsilen de kendi uhdesine almaktı).

Buna mukâbil, Montesguieu ise, Kanunların Ruhu'nda kuvvetler ayrılığını savundu.

Şimdi soralım:

1) Hangi toplum sözleşmesi nazariyesi Aydınlanma felsefesinin görüşüdür?

2) Aydınlanmanın siyâset felsefesi kuvvetler ayrılığını mı yoksa birliğini mi esas alır?

Bütün bu sorulara kim, hangi nesnel kıstasa göre cevap verebilir!

Açıkça görüldüğü gibi, 18. asırda birbirine taban tabana zıt, gayrı kâbil-i telif, yekdiğerini nakzeden nazariyeler ileri sürülmüştür. Bunlar sûreti katiyede bir araya getirilip de “Aydınlanma” veya “Aydınlanma felsefesi” gibi aynı başlık altında toplanamaz!

II - Aydınlanma Felsefesinin” Kendine Has Ayırtedici Özelliği (Differantia Specifica'sı) Var mı?

Aydınlanma konusu üzerinde incelemede bulunmuş pek çok Batılı yazar Aydınlanmanın karakteristik vechelerini tespite çalışmıştır. Ama, ileri sürülen özellikler yazarlar arasında müştereklik arzetmediği gibi, bu sözler mübhem ve muğlaktır. Meselâ, Aydınlanmanın karakteristik özelliği olarak kimi “dine karşı olmayı”, kimi “tenkidi”, kimi “aklı” vs. öne sürüyor. Bu kelimelere verdikleri manâ hem açık değil, hem de bu özellikler 18. asırdan önce de zâten mevcut olduğundan Aydınlanmanın ayırt edici vechesi (differentia specifica'sı) sayılamaz.

Bu konuda uzman sayılan E. Cassirer, meşhur kitabında, Aydınlanmanın gerçek tabiatını tespit amacıyla şunları söylüyor:

“Aydınlanma düşüncesinin gerçek tabiatı belli bir öğreti, aksiyom veya teorem olarak formüle edilmesinde saf ve açık şekilde görülemez ama o şüphe edip araştırırken, yıkıp yeniden yaparkenki süreçte görülür.”

Felsefi tahlil şöyle olur: 18. asırda bilgi, varlık, ahlâk, ilim, siyâset vb. alanlarda ileri sürülmüş olan felsefi görüşler incelenir. Bu görüşler benzerlikleri itibâriyle tasnif edilir ve neticede 18. asır filozoflarının ittifak ettikleri görüşler tespit edilerek, bunlar Aydınlanmanın esâsları veya karakteristik vecheleri olarak sunulur. Nitekim ben de daha önceki sayfalarda bu tür bir tahlilde bulundum ve 18. asır filozoflarının görüşlerinin mütecânis olmadığını tespit ettim.

Karakteristik bir ortak yanının olmadığı apaçık ortada iken hâlâ Aydınlanma felsefesinden bahsetmek mesnetsizdir ve bu konuda ısrar etmek saçmalamaya yol açar.

Ne demek istediğimi açıkça görmemiz için Cassirer'i okumaya devam edelim:

“Bu çağın câzibesi ve gerçek sistematik değeri onun gelişmesinde, onu tahrik eden entellektüel enerjide ve çeşitli meselelere hücum etmesindeki şevkindedir. Böyle bakıldığında Aydınlanma Felsefesinin çeşitli vechelerinin bir birlik oluşturduğu farzedilebilir. Yok eğer bu vecheler neticeleri itibâriyle değerlendirilirse, bunlar birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler veya birbirine uymayan düşünce unsurlarının eklektik bir karışımı olarak görülür.”

Gördüğümüz gibi Cassirer de 18. asır öğretilerinin mütecanis olmadığını farketmiştir. Ama, “Aydınlanmaya” olan inancı yüzünden gerçekleri zorlamakta ve neticede de saçmalamaktadır. Altını çizdiğim satırları tekrar okuyalım: “Entellektüel enerji... problemlere hücum etmede şevk...” Ne demek bunlar? “Entellektüel enerji” ibâresi sübjektif olduğu gibi zihni güçlü olan her insana atfedilebilecek bir sıfattır. Keza, “Problemlere hücum etmede şevk” ibâresi de her ateşli hatibe atfedilebilecek lâlettâyin bir sözdür. Bu kabil lâflar 18. asrı tasvir değerinden tamamen yoksundur. Yukarıda da belirttiğim gibi böyle felsefi tahlil olmaz! Bütün bu kabil ifâdeler felsefe değil, düpedüz boş lakırdılardır.

a) Aydınlanmanın Esâsının “Tenkit” Olduğu İddiası:

Tenkit, 18. asır yazarlarına has bir özellik değildir. Batı felsefesine âşinâ olanlar bilecektir, ilk filozof sayılan Thales, talebesi Anaximandros tarafından tenkit edildi, onu da kendi talebesi Anaximenes tenkit etti.

Şimdi derseniz ki, Aydınlanmacıların tenkidi farklıdır; onlar cemiyetteki yaygın inançları tenkit ettiler.

Böyle bir itiraz doğru olmaz, çünkü felsefe tarihine bakmaya devam edersek görürüz ki pek çok filozof zamanlarının yaygın kanaatleri ile mücâdele etmişlerdir. Meselâ, Xenophanes (İ.Ö. 5. asır) yaşadığı cemiyetin din telâkkisini tenkit etti, Sofistler (İ.Ö. 3. asır) o devirde yaygın olan kanaatleri tahlil edip tenkit ederken, Sokrat ve Eflâtun, hem sofistleri hem de Atina'daki çeşitli telâkkileri tenkit edip doğrusunu göstermeye çalıştılar. Aristo ise Eflâtun gibi bir hocanın pek çok görüşünü tenkit edip reddetti.

Kolayca görüleceği gibi “tenkit” felsefenin umumi özelliklerinden birisidir ve Batı felsefesinin en başında bile bunun zengin misâllerini buluruz. Bu özellik tüm felsefe tarihi boyunca devam eder: Orta çağ zengin münâzaralar çağıdır. Bu dönem, 18. asır Kilise düşmanı Fransız entelektüellerinin iddia ettikleri gibi, “Karanlık Çağ” değildir. Hatırlatayım ki, Kilise, Aristo ve Eflâtun gibi iki paganı, nerdeyse aziz mertebesine yükseltmiş, onların fikirlerinden istifâde etmede tereddüt etmemiş, bağnazlığa düşmemiştir. Yani, Orta çağda da tartışma ve tenkit mevcuttu.

Daha sonraki dönemlerde ise misâllerin haddi hesâbı yoktur. Erasmus (1466-1536) dogmatik skolastik anlayışı tenkit etti, Montaigne (1533-1592), hemen her meseleyi skeptik tavrına konu edindi. F. Bacon (1561-1626), Novum Organum, The Advancement of Learning ve New Atlantis adlı kitaplarında zamanında yaygın olan, başta bilim anlayışı olmak üzere pek çok konuyu tahlil edip tenkit etti. Descartes (1591-1650) ateistlere ve şüphecilere karşı, onların argümanlarını tenkit ederek kendisi rasyonel bir sistem kurdu. Pascal (1623-1662) ise Montaigne'e ahmak der ve başta rasyonalistler olmak üzere filozofları toptan tenkit eder. Keza kitabının muhtelif yerlerinde deist'leri ve Libre penseur'leri (serbest fikirli, zındık) şiddetle yerer. Spinoza (1632-1677) ise Kitâb-ı Mukaddes'e dayalı din anlayışını tenkit ettiği için hahamlar tarafından aforoz edilmişti.

Velhâsıl, görüldüğü gibi tenkit filozofların umûmi özelliğidir; 18. asırdan önce de vardı, bu asırdan sonra da devam etti. Şu hâlde tenkidi Les Philosophes'un" veya umûmi olarak “Aydınlanmanın” karakteristik özelliği olarak görmek mesnetsizdir, yanlıştır.

b) Aydınlanmanın “Akılcılık” Olduğu İddiası:

Bazı Fransız yazarları kendi zamanlarına Le siecle de Lumiöre demişler, yani aklın ışıttığı çağ; ışık çağı. Kendilerinden önceki zamanlara da, özellikle Orta çağa, karanlık çağ diyorlar. Akıl meselesi üzerinde ikinci bölümde duracağım. Bununla berâber bu meselenin ana hatlarını özetle belirteyim.

Akla önem verme de yeni değildir, Antik Çağa kadar gider. Parmenides Batı düşüncesinin ilk klasik rasyonalistidir. Keza, Eflâtun da hem bilgi hem de ahlâk alanında rasyonalizmi doruk seviyede savunmuştur.

Aristo, bilgi edinmede tecrübeye önem verdi. Ama, Nikomakhos'a Etik'de insanın diğer canlılardan ayırt edici özelliğinin akıl olduğunu, bu sebeple, doğru yaşamanın bu kısmı, yâni aklı mükemmelleştirmekle başarılacağını belirtir. Aklın mükemmelliği ise tefekkür faaliyetindedir (teori). Bu görüşü itibâriyle Aristo'yu ahlâk alanında rasyonalist saymak gerekir. Keza, Stoa geleneği de bilgi alanında empirisist temâyüllü olsa bile ahlâk alanında rasyonalisttir. Ortaçağda ise vahiye baş değer verilmiştir; bununla berâber akıl da fevkalâde önemsendi. Humanizm denen akımla beraber akla paganvâri önem izafe edilmeye başlandı. Nihayet 17. asırda Galile ve Descartes gibi düşünürler, tarzları birbirinden farklı olmakla beraber, aklın yüceltilmesinde öncü rolü oynadılar. Demek ki, 18. asra gelinceye kadar Batı'da bu konuda muazzam bir birikim meydana gelmişti. Üstelik Fransızların kendilerini ve çağlarını övmek için kullandıkları Lumiğre (ışık) tabiri de yeni değildi. Descartes kitaplarında sık sık Lumen naturel tabirini kullanır. Tabii ışık manâsına gelen bu tâbir Descartes'ın da buluşu değildir; üstelik Orta çağda Lumen divin (ilâhi ışık) olarak kullanılmıştır.

Bu bağlamda, Cassirer'in kitabını okuyan bir okuyucu, 18. asır yazarlarının dedüksiyona değil analize önem verdiklerini, bu tarz düşünmenin orijinal olduğunu ve Aydınlanmanın karakteristiğini teşkil ettiğini ileri sürer. Çünkü Cassirer 18. Asrın differantia specifica'sının 17. asırdaki dedüksiyon tarzı akıl değil, analitik akıl olduğunu iddia ediyor.!

El cevap: Analiz meselesi de Batı'da öteden beri üzerinde durulmuş bir konudur ve orijinal bir yanı yoktur. Bilim felsefesi ile ilgili olanlar bilecektir ki, Avrupa'da 12. asırdan beri pekçok yazar bu konuları incelediler: Robert Grosseteste (1168-1253), Roger Bacon (1214-1292), Duns Scotus (1265-1308), William of Ockham (1280-1349) ve başkaları, analiz (çözümleme) ve sentez (birleştirme) meselesini ilim metodu olarak tahlil ettiler. Metodo risolutivo (method of resolution, ayrıştırma) ve metodo compositivo (sentez, birleştirme) dahi denilen bu usuller Galile'nin zamanına gelindiğinde artık harc-ı âlem meselelerdi. Galile fiziğinde her iki akıl yürütmeyi de kullandı. Newton indüktif düşünmeye ve deneye birinci derecede önem vermekle beraber, ulaşılan kanunlardan dedüksiyonda bulunulabileceğini de kabûl eder.

Kısaca şunu ifâde edeyim: Analiz de indüksiyon da yeni değildir; bilim metodu, vâsıtası olarak önemsenmesi Aristo'ya kadar gider. Şu hâlde Cassirer'in bu iddiası da doğru değildir. Kaldı ki, 18. asırda akıldan sâdece bunun anlaşıldığı da doğru değil. (Leibniz'i bir yana koysak bile, Aydınlanmanın önemli simâlarından kabul edilen Kant'ın akıl anlayışı bu görüşlerden tamamıyla farklıdır. Bu konuyu ikinci kısımda izah edeceğim).

Bazı Fransız filozoflarının kendi zamanlarına akıl tarafından ışıtılmış deyip kendilerini de aydınlanmış görmeleri düpedüz övüngeçliktir, mesnetsiz bir retoriktir.

c) “Kilise'ye Karşı Çıkma” İddiası:

Bu iddia diğerlerinden de çürük: 18. Asrın belirleyici özelliği olarak Katolik Kilisesi'ni ve resmi öğretisini tenkit etme olduğu iddiası tamamen yanlıştır. Lise mezunu bir kimsenin bile kolayca bileceği bazı tarih gerçeklerini hatırlatayım. Bindörtyüzlerin sonu, 1500'lerin başında Avrupa'da radikal bir protestan hareket vuku buldu. 16. Asrın başında Martin Luther (1483-1546), ondan biraz sonra John Calvin (1509-1564) Vatikan'a isyan bayrağını açtılar. Dinde reform hareketi bütün gücü, şiddeti ve kanlı olayları ile Avrupa'yı sardı.

Bu hâdiselere paralel olarak da dini düşünce alanında liberal, deist, hatta ateist fikirler gelişip yayılmaya başladı. Ruhban sınıfı ile, papazlarla alay etmek, onları tahkir etmek entelektüeller arasında moda bir zihin sporu hâline geldi. 18. Asrın kendine has özelliği olduğu ileri sürülen dini otoriteye karşı çıkmak, onu tenkit etmek, dini dogmalardan bağımsız düşünmek gibi hasletlerin hepsi daha önce de, üstelik güçlü olarak, mevcuttu. Bu sebeple 18. Asra has değildir, orijinal değildir.

d) “Deneye Önem Verme” İddiası:

Bir diğer iddia da 18. Asrın ayırt edici özelliğinin deneye önem verilmesi olduğudur. Bu da yeni değildir.

Bilginin oluşmasında tecrübeye, duyu verilerine, gözleme önem verme Aristo'ya kadar gider. Modern zamanlarda ise, F. Bacon (1561-1626), Galile (1564-1642), Harvey (1578-1657) (Kan dolanımı keşfeden İngiliz hekim), Hobbes (1588-1679), Newton (1642-1727) gibi namlı âlimler tecrübenin, gözlemin önemini Avrupa entellektüel camiasına zâten anlatmışlardı.

Les Philosephes denilen Fransızlar bunlardan mülhemdir. Zâten, başta Voltaire (1694-1778) olmak üzere birçok Fransız yazarı Newton'u ve Locke'u üstâd kabûl ederler.

Bu çağdaki fikirlerin orijinal olmadığını bazı aydınlanma uzmanları da teslim ediyor. Meselâ Cassirer, bu dönem yazarlarının öğretilerinin daha önceki asırlara dayandığının farkında olduklarını belirttikten sonra şöyle diyor: “Aydınlanma Felsefesi sâdece evvelki asırların mirâsına kondu; yeni ve orijinal fikirler ileri sürmek yerine bu mirâsı düzene soktu, eledi, geliştirdi ve açık hâle getirdi”.

Cassirer'in böyle söylemesine rağmen hâlâ Aydınlanmadan bahsetmesi düpedüz tutarsızlıktır. 

Sonuç

Putperestlik sâdece tahsilsiz insanlarda görülen bir durum değildir; kendilerini entellektüel, aydın görenlerde de, hatta filozoflarda da yaygın olan bir insani zaaftır. Keza, sâdece ilkel dindarlar değil, “modern ateistler” de, bizim Ataistler (atatürkçüler) de, “çağdaş laikler” de, aynı şekilde putperesttirler.

Putperestlik olgusunu tahlil etmeyi başka bir zamana tehir ediyorum. Ama, bu münâsebetle hatırlatayım ki, binlerce yıldır pek çok akıllı insan putperestliğin zarârına dikkat çekmiştir. Kudemâyı bir yana bırakalım da, gene Batıdan bir misâl verelim: Batıda bilim düşüncesinin günümüzdeki şeklini almasında katkısı olmuş yazarlardan Francis Bacon, dört asır önce, benim burada tenkit ettiğim manâdaki putperestlik hakkında bizi de ilgilendiren fikirler ileri sürmüştür. Konumuzu alâkadar ettiği nispette Bacon'ın tahliline özetle temas edeyim.

F. Bacon, Novum Organum adlı eserinde insan zihninin dört çeşit put tarafından işgâl edildiğini belirtir: Kabile putu, mağara putu, çarşı putu ve tiyatro putu.! Bunları özet olarak izah edeyim: Bacon,

1) Kabile putu ile insan soyunun kendi duyularına göre tabiat hakkında hükümler vermesini kasteder;

2) Mağara putu ile şahısların kendi eğilimlerinin, eğitimlerinin ve inançlarının eseri olan şartlanmalarına göre hükümlerde bulunmalarını kasteder;

3) Çarşı putu ile lisâna sinmiş olan yanlış telâkkilerin, lisan vâsıtasıyla yeni nesillere intikâlini kasteder;

4) Tiyatro putu ile de belli felsefe sistemlerine ait dogmaların zihinlere sinmesini kasteder. Felsefe sistemlerinin yanısıra zihinlere nakşolmuş çeşitli entelektüel dogmalar da bu gruba girer.

Bacon'ın bu görüşünün ışığında “Aydınlanma” hurâfesinin de bir put olduğu kolayca anlaşılacaktır. Özellikle de tiyatro putu olduğu. Bu hurafe veya put Batıda yaratıldı, bize oradan geldi.

Batılı brahminlere katiyen güvenmemek lâzım. “Doğru yaşama” ve “doğru düşünme”nin yollarını onlar da bilmiyorlar, bu asli konularda onların zihinleri de tamâmen karışıktır. Binaenaleyh, tefekkür ve doğru yaşama konularında Batılılar bize rehber olmaya ehil değillerdir.

Bizim brahminler, yâni, “aydınlar” ve üniversite hocaları ise, umûmiyetle, bu gerçeği idrâk edemiyorlar,

Batı iktisaden ve askeri olarak güçlü olduğu için, tabiat bilgisi ve fen alanındaki gelişmeler Batıda meydana geldiği için, bizim brahminler Batılıları gözlerinde çok büyütüyorlar ve onların tefekkür alanında da üstün olduğu zehâbına kapılıyorlar. Hâlbuki, (bilim, denilen) tabiat bilgisi ve fen dışında Batılılar, felsefe (tefekkür) ve doğru yaşama ilkeleri alanında sanıldığı gibi yüksek bir kültür yaratmadılar. Bu ikinci alanlarda Batının bize hiçbir üstünlüğü yoktur, bize katiyetle mürşit olamazlar. Batı felsefesi, özellikle modern felsefe fâhiş hatalarla malûldur. 20. asır Batı felsefesi ise, tam manâsıyle bir tereddidir, felsefenin tefessühüdür. Bizim “münevverân” iki asırdan beri Garp karşısında yoğun bir aşağılık duygusuna kapıldı. Düçar oldukları bu kompleks onları âdeta hipnoza soktu: Nasıl şehirlerarası yollarda, anayola çıkan tavşanlar otomobil farlarının tesiriyle hipnotik bir hareketsizliğe girerek donup kalırlarsa; bizim “aydınlar” da, akademisyenler de aynen o şekilde Batı tefekkürünün “ışığı, aydınlığı” (!) karşısında hipnotik şaşkınlığa düştüler.

Neticede de Batıdan kumandalı şuursuz robotlar hâline geldiler. Milletçe düçar olduğumuz bu elim durumdan türk brahminleri birinci derecede mesûldurler. Türk intelligentsiasının tefekkür ve karakter zaafiyeti neticesinde zihnen, garba tamâmen bağımlı hâle gelindi. Siyâsi alandaki garba zelilâne bağımlığımız ise bu durumun eserdir.

Bu hâb-ı gafletten behemehâl ayılmalıdır. Batı taklitçiliği neticesinde mâruz kalınan haysiyet kırıcı durumdan ve fikri, siyâsi, içtimai hastalıktan Türk Milletinin mutlaka, bilâ kaydü şart kurtulması gerekir.

Hâl-i hazır zihin esâretimiz vahimdir, ama ümitsiz değil. Bu marazdan halâs olmamız kâbildir.

23 Aralık 1994 Beytepe

 

Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı : 399 / Şubat 2024