Resûl-i Ekrem'in(sav) vefatından sonra İslâm toplumunun liderliğinin kime ait olacağı ile tartışmaların, nübüvvetten önce Araplar ile Farslar arasındaki rekabetle yakından ilişkisi vardır. Sözlükte “taraf, taraftar, partizan ve destekçi” gibi manalara gelen Şia tarih boyunca İslâm ümmetinin çoğunluğuna karşı muhalif bir grup olarak varlığını. sürdürmüştür. Seçilmişlik vurgusu ve azınlık psikolojisi en zor zamanlarda bile Şiilerin inançlarına sıkıca bağlanmasını ve birbirleriyle yardımlaşmasını sağlayabilmiştir. Yenilgiye uğramış ve tarassuta tabi tutulmuş bir ideolojinin varisleri olarak üzerlerinde taşıdıkları ezilmişlik duygusunu İslâm tarihinin en müstesna dönemlerine ve en seçkin temsilcilerine tân ederek aşmaya çalışmışlardır.
![]() |
Bir
Din Kurgulamak |
Önsöz
Bu kitap, okurunu İslâm'ın yayılmasından
önceki sosyal-siyasi ortamdan, peygamberimizin vefatı ve sonrasında gerçekleşen
hadise ve tartışmalara, ardından Emeviler, Abbasiler, Buveyhiler, Safeviler
gibi tarihin dönüm noktalarında rol alan devletler ekseninde yaşanan
gelişmelere şahit olabileceği bir serüvene çıkarmayı amaçlamaktadır. Elinizdeki
araştırma Şiîlik gibi, tarihi, dini, ideolojik, siyasi ve sosyolojik nedenleri
bulunan bir akımın birkaç cümle ya da hızlı analizden ziyade uzun soluklu bir
yolculuk ve çok yönlü bir tahlille anlaşılabileceği tezini savunuyor. Eğer okur
kitabı baştan sona okumaya azmederse işte bu bütüncül bakışın betimlediği
tutarlı resmi zihninde canlandıracaktır.
Kitap teşekkül devrinden günümüze Şia
farklılaşmasının boyutlarını ve tarihi seyrini incelemektedir. Resülullah'ın
(sav) vefatının hemen akabinde, Müslümanlar arasında meydana gelen siyasi bir
tartışma İslâm tarihinin şekillenmesinde fazlasıyla belirleyici olmuştur. Bu
ihtilaf, Hicri üçüncü asırdan itibaren Şiî akımların neşvünema bulmasına zemin
hazırlamış ve günümüzde de bilhassa Ortadoğu'da ciddi bir saha hâkimiyeti
tesis eden örgütlü Şiî yapıların ideolojik/fikri tohumlarını ta o
dönemden atmıştır. Kitap Hiz. Ali'yi sevmek ve ilk halife olmayı diğerlerinden
daha çok ona yakıştırmak şeklindeki duygusal Şiîlikle, günümüzde kodifiye
edildiği ve bambaşka bir renge büründüğü haliyle ve bütünüyle İslâm'ın büyük
anlatısına muhalif yeni bir üst anlatıyı esas alan mezhep temelli Şiîliği
keskin çizgilerle birbirinden ayırmaktadır.
Aslında Peygamber'in (sav) vefatından
sonra İslâm toplumunun liderliğinin kime ait olduğu hususundaki tartışmaların,
nübüvvetten önce Araplar ile Farslar arasındaki ilişki biçimleri, otorite
türleri, iktidar kaynakları ve rekabetle de yakından ilişkisi vardır. Elbette
ki Farslar kadar olmasa da zaman içinde İslâm toplumuna dâhil olan muhtelif din
ve öğretilere mensup kavim ve cemaatlerden Şia'ya yakınlık duyanlar da bu ekole
değişen ölçülerde kendi renklerini katmışlar, Şia'nın kendine özgülüğünü sağlayan
birer etken olmuşlardır.
Sözlükte "taraf, taraftar, partizan
ve destekçi” gibi manalara gelen Şia tarih boyunca İslâm ümmetinin çoğunluğuna
karşı muhalif bir grup olarak varlığını sürdürmüştür. Şia'nın tabiatında
taşıdığı güçlü bin yılcı (Mehdici/Mesiyanik/Armagedoncu) öğeler onu geleceğe
taşımış ve en büyük baskılara maruz kaldığı dönemlerde dahi bu azınlık inanışın
müntesiplerinin sabretmesini, direnmesini, kendilerini hakkın yegâne temsilcisi
olarak görmesini sağlamıştır. Seçilmişlik vurgusu ve azınlık psikolojisi en zor
zamanlarda bile Şiîlerin inançlarına sıkıca bağlanmasını ve birbirleriyle
yardımlaşmasını sağlayabilmiştir. Yenilgiye uğramış ve tarassuta tabi tutulmuş
bir ideolojinin varisleri olarak üzerlerinde taşıdıkları ezilmişlik duygusunu
İslâm tarihinin en müstesna dönemlerine ve en seçkin temsilcilerine tân ederek
aşmaya çalışmışlardır.
Günümüzde İslâm Dünyasındaki pek çok
gelişmeyi anlamak ve anlamlandırmak için Şiî-Sünni ilişkilerine odaklanmak
kaçınılmaz bir mecburiyet halini almıştır. Yeni olarak algılanan ve modern
gelişmeler denilen pek çok şey aslında tarihin farklı bir formla tekerrür
etmesinden ibarettir. Elinizdeki kitap Şiîliğin muhtasar bir dini/Siyasi
tarihini, ana akım İslâm'dan (Ehl-i Sünnet ve' Cemaatten) inhiraf sürecini,
temel iddia ve tezlerini ve Ehl-i Sünnet ulemânın cevaplarını ele almaktadır.
Çalışma Ehli Sünnet ve'l Cemaat'i İslâm'ın ana yolu ve caddesi görmekte,
müstakil bir mezhep olarak değerlendirmemektedir. Şia'yı ise muğlak mesajlar,
ayrık söylemler ve uzak tevillerle bu ana caddeden ayrılan fırkalardan biri
olarak tanımlamaktadır. Bu sava göre İslâm, Kur'ân ve risaletin temel mesajına
ek olarak peygamberimizin tüm yakın arkadaşlarının ve İslâm ümmetinin kahir
ekseriyetinin (cemaat/kitlesel çoğunluk) temsil ve nakli ile kesintisiz olarak
varlığını Ehl-i Sünnet yoluyla sürdürmüştür.
Bundan ötürü Şiî-Sünni dikotomisi Ehl-i
Sünnet'i gerek nüfus gerek nüfuz açısından Şia gibi bir azınlık
mezhebi/ideolojisi, olarak görmemekte, Şiîliği Ehl-i Sünnet'ten, dolayısıyla da
İslâm'ın temel esaslarından bir sapma olarak görmektedir. Sıradan Şiî tasavvuru
peygamberimizin eşleri ve dostları da dâhil zamanında birlikte hareket ettiği
tüm ashâbın hain, güvenilmez, gasıp ve dünyaperest oldukları, günümüzde onlara
tâbi olan ve İslâm dünyasının kâhir ekseriyetini oluşturan Müslümanların da
doğru yoldan nasipsiz oldukları düşüncesine dayanır. Şiî literatür başından
sonuna sahâbeyi peygamberin damadına ve veliahdına (Allah'ın tayin ve
peygamberin tebliğ ettiği masum imama) karşı girişilen müşterek bir komplonun
parçası olmakla itham eder. İlk üç halife ve peygamberimizin eşi başta olmak
üzere Resulullah'ın yol arkadaşlarına hürmet ve itibarı esas alan her yaklaşım
Şiîliğin temellerinin çöküşü manasına gelmektedir. Zira Şiîlik kendisini Hz.
Ali'nin hilafetinin (velayetinin/imametinin) meşruiyeti ve hakkının gasp
edildiği doktrini üzerine bina etmiştir. Şüphesiz Şiî gelenek
içerisinde-konjonktürel olarak veya farklı motivasyonlarla bu anlayışı tümüyle
paylaşmayan akımlar, liderler, ekoller bulunmaktaysa da genel anlamda bu
görüşlerin modern dönem Şiîliğini şekillendirdiğini söylemek haksızlık
olmayacaktır.
Hz. Ali’nin imametinin Allah tarafından
belirlendiği inancı diğer tüm yaklaşımları ilahi rızaya muhalefet olarak
kodlamak, onun hakkının gasp edildiği inancı ise gayrısını gasıp olarak görmek
zorundadır. Bu da geçmişte ne olduğu ve aslında ne olması gerektiği ile ilgili
yeni bir kurguyu gerekli kılmaktadır. Böylesine bir kurgunun kusursuz
olamayacağı, yani tarihin geriye doğru yeniden yazılmasının imkânsızlığı
Şiîliğin zamanla söylem değişikliğine ve inanç inşasına uğramasına da neden
olmuştur, Baştan sona nâ-tamam bir mezhep olan Şiîlik tarih içinde defalarca
ta'dil edilmiştir. İnancın en temel hususlarının yeniden düzenlenmesini esas
alan bu elastiki yapıya sahip olmayan Şiî fırkalar ise zamana yenik
düşmüşlerdir.
Bu çalışma, İran İslâm Cumhuriyeti'nin
(1979) günümüze kadar geçirdiği tecrübeleri, Şiî teo-politikasını, İslâm
dünyasında yürüttüğü Şiîleştirme projelerini ve vekâlet savaşlarını,
devrimcilerin kendi eserlerinden ilham alarak devrime bakışlarını inceleyen
daha geniş bir çalışmanın mukaddimesi niteliğindedir. Araştırmamızı sağlam temellere oturtmak ve
günümüzdeki çatışmalara yön veren dini ve tarihi nedenleri sağlıklı ve
derinlikli bir biçimde değerlendirme imkânını yakalamak açısından, Şia'nın
tarihi seyrini ve gerekçelerini ayrıntılı biçimde incelemeyi zaruri gördük,
Böylece İslam tarihinin ilk evrelerinden günümüze değin iki kamp arasındaki
ilişkilerin serencamını ve geçmişte yaşanan tecrübelerle günümüzdekiler
arasındaki ilişkileri nedensellik bağlamında daha sağlıklı mukayese imkânına
sâhip olacağız.
Tarihi anlamak günümüzü anlamanın,
günümüzü anlamak ise istikbale muzaf adımlara ilhâm kaynağı olacak
kavrayışın esâsını teşkil etmektedir. Mezheplerin zaman içinde teşekkül
etmesine neden olan görüş ayrılıkları dini metinler veya rivayetlerden ziyade
siyasi bir muhtevaya sahiptir ve tahminlerin ötesinde tarihi ve sosyolojik bir
bagajı barındırır. Bu bağlamda farklı dini mezhepler ile alâkalı rivâyetler,
varsayımlar ya da sâbite/hakikat kabul edilen pek çok hususun esasen o tarihsel
dönem içinde yaşanan ihtilâfların ya da daha sonraki süreçlerde tarihin geriye
doğru inşa edildiği anlayışın nesnesi olduğu ortadadır. Bu savların bir
kısmının hayal ürünü, bir kısmının nispet edildiği kişilere ait olmayan
sözlerden ibaret olduğu da unutulmamalıdır. Bu bağlamda Şia içindeki fırkalara
nispet edilen görüşlerin ve Ehl-i Sünnet-Şia ayrımında tarafların birbirine
yönelik iddialarının bazen şâz/istisnai görüşlerin ön plana çıkarılmasından
kaynaklanması muhtemeldir.
Bu çalışmamızda Şiî olarak tanımladığımız
temel grup İsnaaşeriyye/İmamiyye Şiasıdır.
Şiîlikle alakalı değerlendirmelerimizde kesinlikle Şiîliğin aşırı ve şaz
gruplarına ait eserleri ölçü almadık. Bir dini kesime atfedilen görüşlerin, o
kesimin öncülerine dönük iftira ve yalan/yanlış bilgilerden kaynaklı olduğuna
sıkça rastlanır. Muhtelif dini grupların, hânedanlıkların ve güç odaklarının
İslâm dünyasında egemenlik hakkı iddia ettikleri ve bunun için çatıştıkları
tarihi süreçlerde, itibar sahibi olan pek çok ismi kendi çıkar mücadelelerinde
bir araç olarak kullanmadıklarını düşünmek naiflik olacaktır. Zira bu
dönemlerde gerek iktidar mücadeleleri gerekse fıkhi-fikri tartışmalarda pek çok
grubun, görüşlerinin doğruluğuna bir karine olması amacıyla çeŞiîli İslâm
büyüklerine aslında kendilerinden sâdır olmayan sözler nispet ettikleri bilinmektedir.
İslâm tarihinde ya siyasi iktidar
konusundaki ihtilâflar siyasi mezhepleri oluşturmuş ve bazı siyasi mezhepler
daha sonra birer dini ekol haline bürünmüş ya da kendine
özgü yöntemleriyle bir ilim mirası bırakan âlimlerin takipçileri zamanla o
ilmi mirası bir disipline dönüştürmüştür. İktidar mücadeleleri zaman içinde
mezhebi rekabete bürünmüş, muhtelif sultalar/iktidarlar dönemsel olarak
kendilerini destekleyen ilmi çevreleri beslemiş ya da bazı ilmi ekoller kendi
iktidarını üretmiştir.
Dinin kendisi tarih boyunca yönetici
tabakaların güç mücadelesinde önemli bir araç olagelmiştir. Bu da siyasi
erklerin dini inanışları çıkarlarına uygun biçimde yorumlamasına yol açmış ya
da kendi din adamı sınıfını oluşturmalarını beraberinde getirmiştir. Zaman
zaman çeŞiîli dini akım ve mezheplerin oluşmasında, kimi zaman da zaten var
olan bir ekolün gelişmesinde siyaset oldukça belirleyici rol oynamıştır.
Örneğin Fâtımi Devleti'nin kuruluş aşamasında İsmâililik etkili olurken,
İsmâili düşüncenin zamanla Fâtımi meliklerini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi”
olarak sunması da Fâtımi liderlerin meşrûiyet arayışının bir sonucudur. İran
İslâm Cumhuriyeti Şiî dinamizmi ve kurgulanmış mitler üzerine kurulmuştur ve
kısa sürede sadece İran'da değil tüm İslâm dünyasında Şiî dini düşünceyi
etkilemiş, Şiî dünyada ise bilhassa velâyet-i fakih doktrini üzerinden diğer
Şiî alt mezhepleri eritircesine ciddi bir homojenleşmeye neden
olmuştur/olmaktadır. Bilhassa Irak, Lübnan ve Yemen'deki tarihsel Şiî
toplumlarda 1979 Devrimi sonrasında bu süreç aşikar şekilde müşahede
edilebilir.
Şiîliğin akidevi bir inanç şeklinde
tebellür edişi ve gelişimi ancak hicri 3. asırda gerçekleşmiştir. Şiî muhalefetlerin beşeri sermayesini temelde
sonradan Müslümanlaşan ya da Müslüman olmayıp büyük bir öfke biriktiren
Sasâniler vb, mağlup toplulukların oluşturduğu direniş ve ayrılık refleksine
dayalı isyanlar oluşturmuştur. Bu fenomenin sembolik sermayesi ise Ehl-i
Beyt'in üstünlüğü ve yönetme hakkı üzerinden sağlanmıştır. Şiîlik işte bu
mağlup etno-kültürel gelenekten ciddi oranda etkilenmiştir. Sâsani
İmparatorluğunun toz duman içinde ani çöküntüye uğramasının ardından oluşan bu
puslu havada sadece İslâm yaygınlaşmamış, aynı zamanda güçlü bir tepkisellikle
muhalif hisler besleyen mağlupların isyan dalgaları ve yeni kimliklere bürünen
görünümleri de yayılma zemini bulmuştur.
Şiîlik meselesini dönemin siyasi ve
sosyolojik koşullarından bağımsız incelemeye dönük her girişim meseleye nüfuz
edememe, olayların nedenselliğiyle ilgili gerekli ayrımları dikkatli yapamama
illetiyle mâlul olacaktır. Başka bir ifadeyle bu inanışın şeceresini çıkarmayı
amaçlayan her çalışmanın, dönemin demografik/sosyal durumunu dikkate alması
gerekir.
Genel olarak Şiî toplulukların, özelde ise
günümüzde İran'ın İslâm dünyasının geri kalanıyla iletişimi yoğun bir
epistemolojik anarşizm sorunuyla zehirlenmiştir. Epistemolojik anarşizm
bilimsel gerçekliği cüretkâr biçimde sorgulamayı esas alan bir yaklaşımdır. Bu
yaklaşım “ne olsa gider” sloganıyla bilimsel yöntemlerin tümünü tartışmaya açar
ve evrensel gerçekliği mutlak biçimde reddederek “epistemolojik dadaizm"in
yolunu takip eder. Şiî hareketler geçmişten günümüze kendi dışındaki İslâm
anlayışını anarşizm tarzıyla reddeden ve sabote eden bir bilgi birikimi ortaya
koymaktadır. Bu “tarih ve din” alanında üzerinde uzlaşılmış metod ve bilgiyi
reddeden anarşizm, asıl Ortodoks inancın kendisi olduğunu yer yer ima
çoğunlukla da deklare ederek yeni bir “gerçekliği” kitlelere dayatmaktadır.
Şiî otoriteler bu yaklaşımlarıyla kendi
mezhebini İslam dünyasında bir parçalanma yaratmak için kullanmaktadır. Tarihin
derinliklerinden doğan mezhebi ihtilâflar iktidar kanalıyla aralıksızbir
şekilde piyasaya sürülmektedir. Özellikle de halk kitlelerinin zihinlerindeki
tarih ve din algısı, cevabı olmayan ya da Şiî literatürde -ihtiyaca binaen icat
edilmiş- cevapları bulunan sorularla düşünce dünyaları alt üst edilerek kaotik
bir ortam oluşturmak klasik Şiî geleneğinin alâmeti farikasıdır. Hakikat kararının
verilebileceği dünyevi mahkemenin artık kapandığı sahâbe dönemindeki bazı
olaylar güncellenerek günümüz problemi haline getirilmektedir. Sahabe arasında
hükmü verilmiş ve tarihin de şahitlik ettiği hakikat ise aralarında husumet ve
rekabet ilişkisi değil uhuvvet ve muhabbet ilişkisi olduğudur. Bu açıdan
bakıldığında Şiî misyoner gruplar için verimli ortamlar zihinsel açıdan bulanık
çevrelerdir.
Şiî-Sünni ilişkilerini zehirleyen tarih
hummasının önemli bir kaynağı, İran'ın kitleleri harekete geçirmek ve ulus
devletini muhafaza etmek için mezhebi araçsallaştırdığı ve tarihi olaylara,
acılara her yıl aşura merâsimlerinde resmi törenlerle atıflar yaptığı
söylemlerdir. Daha korkutucu olan ise bu tarihin gerçekte artık tarih bile
olmayışı, yeniden tekerrür edişidir. William Faulkner'ın deyişiyle “Geçmiş
asla ölmüş değildir. Hatta geçmiş, geçmiş bile değildir.”
Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da yaşadığı trajedi
(hunharca şehid edilişi) ve bu trajediyi duygularda canlı tutmak için
Büveyhiler döneminden başlayarak günümüze kadar gelen ritüeller, anma
gösterileri, kendini zincirlerle yaralamak ve diğer âyinler Şiî ruhuyla
özdeşleşmiştir. Muharrem etkinliklerinin genelde Sünni olan dış düşmanlara
karşı kitlesel bir tepki oluşturmak için kullanımı geçmişten günümüze
kesintisizce süregelmiştir. İdeolojik ve hayal ürünü tarihsel kurgular zamanla
gerçek tarihin yerini almış, şifahi bilgi kaynaklarından edinilen efsanevi
kırıntılar sıradan bir İranlının iliklerine kadar işleyerek
yaşamının bir parçasıhaline gelmiştir. Şiî âlimlerin hatırı sayılır
bir kısmı ise tarihi toplumun afyonu yapmışlardır.
Bu çalışma, yukarıda zikredilen konuların
arka planına ışık tutmak, tarihi ihtilafların ve Şiî inanç umdelerinin İran
devleti tarafından nasıl bir kaldıraca dönüştürüldüğünü izah etmek üzere kaleme
alındı. Şu açıktır ki, Şiî teopolitiği ve tarihsel arka planı anlaşılmadan ne
İran ne de onun bölgesel politikaları kavranabilir. Dolayısıyla aşk-nefret
ikilemine ve körü körüne fanarizme düşmeden, İran gerçekliği ve Şiîlik
realitesi somut bir şekilde mercek altına alınmalı ve tüm yönleriyle
tartışılmalıdır.
İslâm Öncesi Arap-Fars
İlişkileri ve İran'ın Fethi Şiî İnancı
Nübüvvetten önce Arap âlemi ve bu
bölgelere mücâvir alanlarda Etiyopya (Habeşistan) Krallığı, Sâsâni
İmparatorluğu ve Roma (Bizans) İmparatorluğu olmak üzere üç ayrı güç hüküm
sürmekteydi. İslâm'dan önceki döneme Romalılar ile Persler arasındaki mücadele
damgasını vurmuş, Hz. Muhammed'in (sav) doğumundan nübüvvetin ilk yarısına
kadarki dönem ise Doğu Roma İmparatorluğu ile bu dönemde altın çağını yaşayan
Sâsâniler arasındaki mücadele ve rekabete sahne olmuştur.
Dağınık kabileler halinde yaşayan bedevi
Arapların tarih sahnesine yekvücut bir güç olarak çıkmaları, ancak İslâm mesajı
ile mümkün olmuştu. Farsların, Habeşlilerin ya da Bizanslıların ileri karakolu
olan ve üç ülkenin de nüfuzu altına girmiş bulunan Arap toprakları İslâm'la
birlikte büyük bir güç olarak tarih sahnesine çıktı. O zamana dek Farsların
tebaası gibiydiler. Yakın komşuları olan Farslar sanatta, ekonomide, askeri ve
sosyal alanlarda Araplarla kıyaslanmayacak bir seviyedeydiler. İslâm dini böyle
bir siyasi atmosfer içinde doğdu.
Arapların uzun yıllar tahakkümü altında
bulundukları Farslara H. 637 yılında yaşanan Kâdisiye savaşıyla galip gelerek
Hz. Ömer (r.a) döneminde Fars diyarını fethetmiş olmaları, kendilerini
Araplardan her kategoride üstün görmekte olan Farslar arasında doğal bir
infial, hayal kırıklığı ve hınca neden oldu. Fars edebiyatında ve tarihi
belgelerde Farsların Arap tahakkümünü kabullenmediklerine ve kendilerini üstün
gördüklerine dair bol miktarda malzeme bulunmaktadır. Her fırsatta bu kadim
medeniyeti yeniden diriltmek için sonu gelmeyen girişimlerde bulunmuşlar,
hükümranlığı altında bulundukları Müslüman devletlere isyan etmişlerdir, Diğer
bazı inanışlarda olduğu gibi Zerdüştlükte de bulunan Mehdi inanışı ve güçlü
binyılcı inanışlar sonu gelmez nihilist isyanlara neden olmuştur.
İran’a dönük ilk İslâm akınları 634
yılında başlamıştır. İlk önce Ebû Ubeyd es-Sekafi liderliğindeki bir ordu
Sâsâni güçlerini mağlâp etmiş, ancak uzun süreli başarı sağlayamamıştır. Uzun
süren mücadele ve cenklerin ardından nihâyet Sa'd b. Ebi Vakkâs liderliğindeki
ordu başkent Tizfüna (Medâin) girerek Sâsâni Devleti'ne son vermiştir. Tekrar
toparlanan Sâsâni güçleri 641 yılında yaşanan Nihâvend Savaşı'nda tamamen imha
edilmiştir. İran şehirleri İslâm otoritesine Nihâvend Savaşıyla girse de
bölgede Fars milliyetçiliği ve kadim Pers inanışlarına dayalı isyanlar uzun
süre devam etmiş ve Abbâsiler dönemi de dâhil olmak üzere dur durak
bilmemiştir. İbn İsfendiyâr “Târih-i Taberistân” isimli eserinde, 9. yüzyılda;
İslâm'ın İran topraklarını fethetmesinin üzerinden birkaç asır geçmiş olmasına
rağmen İran'ın bazı bölgelerinde Mecûsi hânedanlıklarının hüküm sürdüğünü ve
Müslüman yöneticilere karşı isyanlar tertip ettiklerini
şaşkınlıkla belirtir.
Sâsani imparatorluğunun toz duman içinde
ani çöküntüye uğramasının ardından oluşan bu puslu havada sadece İslâm
yaygınlaşmamış, aynı zamanda güçlü bir tepkisellikle muhalif hisler besleyen
mağlupların isyan dalgaları ve yeni kimliklere bürünen tezahürleri de yayılma
zemini bulmuştur. Şiîliğin alternatif-muhalif bir kitle hareketi olarak
tarihteki üç yükselişi de geleneksel yapının çöktüğü puslu dönemlerdir. Moğol
ve Haçlı istilaları Şiî yükselişini doğurmuş, Anadolu ve İran topraklarında
bozulan siyasi düzenin boşluğunu Safeviler devleti doldurmuş, İslâm dünyasında
yaşanan iç savaşlar ve Arap Baharı sonrası kargaşa döneminde oluşan boşluğu ise
İran doldurmuştur. Şiîler bu yükselişlerinin ilkinde Moğollar ve Haçlılardan
destek almış, ikincisinde Osmanlıya karşı Avrupa ülkeleriyle işbirliğine
gitmiş, üçüncüsünde ise hem Rusya hem de ABD ile açık-gizli irtifak ilişkileri
kurarak Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'de güçlenmişlerdir.”
Hz. Ebû Bekir'den itibaren İslâm idaresi
de Mekke ve Medine başta olmak üzere isyanlara iştirak etmeyen kabileleri kilit
mevkilere getirmiş, Mevâli ve mürted hareketlere dahli olan kabileleri ise
güvenlik kaygısıyla iktidardan ırak tutmayı yeğlemiştir. Farslarla uzun süren
savaşlar ve gerçekleşen isyanlar ise Mevâli'nin doğal olarak üst makamlara
getirilmesinin makul olmadığını göstermiştir. Devlet egemenliğinin ve kritik
makamların İslâmı henüz tam benimsememiş, lakin İslâm'ın politik gücüne boyun
eğmiş kimselerin inisiyatifine terk edilmesi haklı olarak ihtiyatsız
bulunmuştur. Bu gerekçelerin de dönemin siyasi koşulları değerlendirilirken
tümden yok sayılması hatalı olacaktır.
Bazı Ehl-i Beyt mensupları bu yeni siyasi
düzene karşı muhâlefetin hâkim sesi olmuştur. Zaman içinde Emevi idaresine
karşı muhâlefetin kalesi ve gür sesi olan Ehi-i Beyt taraftarlığı iyi ve kötü
niyetli tüm muhaliflerin ve mevâlinin umudu haline gelmiş ve Emevilerden
intikam almak için kullanılan bir araca ve bahaneye dönüşmüştür. Evet,
başlangıçta yalnızca Ali (r.a) taraftarlığı olan Hz. Ali'yi diğer ashâbdan daha
fazla seven ama tüm yönleriyle Ehl-i Sünnet akide ve uygulamalara tabi bulunan
Şiîlik (Hz. Ali taraftarlığı) bidayetinde pek tabi Arap
orijinlidir. Ancak Ehi-i Beyt sevgisi istasyonundan kalkan bu tren yolculuğu
boyunca pek muhtelif yükler ve yolcular almış, rotasını ise sürekli biçimde
değiştirmiş, işte bu değişim ve dönüşüm süreçlerinde büsbütün farklı bir
fırkaya dönüşmüştür. Bu dönüşümde en çarpıcı etkiyi ise bu sefer Araplar değil
Fars bakiyesi dini gruplar ve kalabalık gayri Arap sosyoloji icra etmiştir.
Emeviler ve Abbâsiler döneminde yaşanan
isyanların büyük çoğunluğunda mevâli grupları başat rol oynamıştır. Louis
Massignon, Şiîlik ile orta sınıf zanaatkârların siyasi durumu arasındaki
ilişkiyi vurgulamıştır. Bu sosyolojik anlayışın daha güçlü bir şekli,
muhtemelen Marksist tarihçilerin eserlerinde görülebilir. Nitekim Petruşevski,
çiftçilerin, Sünni toprak aristokrasisine karşı isyanlarına atıfta bulunarak;
çiftçiler, zanaarkârlar ve fakir göçebeler arasında Mehdilik fikirlerine
meyledilmesini, onların sosyal gelişme konusundaki ümitleriyle bir uyum arz
etmesine bağlamakradır. Bu zümreler arasında Farslıların yoğunluğu da
kastedilerek böyle bir değerlendirme yapılmış olabilir. Bu isyanlarda dini
söylemler ön planda olmasına rağmen, Ehl-i Beyt imamları gibi dini otoritesi
bilinen kimselerin de zaman zaman liderlik ettiği bu mücadeleler temelde akide
savaşından çok bir adalet ve intikam savaşıydı. Çağdaş Şiî Sosyolog Ali
Şeriati, Beni Ümeyye dönemindeki tüm isyanların, özünde toplumsal ve siyasi nitelikte
olduğuna değinir.
Abbasilerin Emevilere karşı başarısı üç
unsura dayanıyordu: “Tebâ durumundaki bir halkın yabancı ırktan müstevlilere
karşı beslediği köklü nefret, Peygamber (ailesi) nesline duyulan tazim, Şiîlik
ve bir kurtarıcı veya Mesih arzusu, beklentisi.” Hızlı ve şiddetli yayılan bir
siyasi güç olarak İslâm ulaştığı bölgelerde askeri ve siyasi dirençleri tuzla
buz etmiş, ancak bu yeni inanışa ve onun öncülerine içten içe büyük bir nefret
besleyen milliyetçi ve dini direnci o denli zayıflatamamıştır. Dolayısıyla böyle
bir ortamda doğan ve bu hâkim sınıftan memnun olmayan gayrimüslim ya da
görünürde İslâma girmiş teba ile ilginç tezahürlerini gördüğümüz Şiîlik ana
muhâlefet rolüne bürünmüştür. Bu bağlamda önceden Şiî olup Ehl-i Sünnet
akidesini benimseyen Prof. Dr. Musa el-Mûsevi doğal olarak sormaktadır: “Şia,
ona nispet ettikleriyle İmam'ı gerçekten seviyor mu, yoksa
muhalefetini Ali'nin değerinin yüceliğini, şahsının büyüklüğünü,
makamının kadrini bogazlama pahasına yönetimi ele geçirmek ve kendi devletini
kurmak için mi yaptı.?
Farslara ait soy efsanelerinde krallık
kanının önemli bir yeri vardır. Bir kişi ancak ataları kral ise krallık
iddiasında bulunabilir. Hatta atalarıyla arasında uzun bir zaman dilimi bulunsa
bile bir kişi kendisini bir kral hanedanlığına dayandırarak kısa sürede
meşrûiyet ve destekçi sağlayabilirdi. Hüseyin Gökalp bu konuyu Irak’ın
İslâmlaşması isimli eserinde şu şekilde özetlemektedir:
“Kuruş, Med kralı Astyagenes'in
reddedilmiş bir oğlu, Sâsân da, İskender'den önce hüküm sürmüş Dara ailesinin
bir ferdi olarak gösterilir. 2. Kuruş da (MÖ 558-530) Bâbilce yazılı ünlü
silindirde hükümdarlığını Farsın egemen şehri Anşan'da kral olan atalarına
dayandırarak meşrulaştırmıştır. Hahâmenişler ile birlikte zikredilmesi gereken
din olan Zerdüştlüğün kurucusu olan Zerdüşt'ün ilahi bir ışık ile seçilmiş bir
aile olan Ferahem ailesinin kızı ve Pur Veşespin'in karısı olan Duğdova'ya
geçmesi ve bu ışığın bir soy aracılığı ile taşınması bu siyasi geleneğe dini
bir boyut kazandırmıştır. Bu siyasi-dini gelenek İslâm fetihlerinden sonra
Sâsânilerin son şahı 3. Yezdigerd'in kızı olduğu düşünülen Şehribânu
ile Hz. Hüseyin'in evlendiği iddiasında ya da Büveyhi tarihçilerinin Pers
asıllı Büveyhi sülalesini Sâsâni ailesine dayandırmalarında da kendini
gösterir. Hanedanlık-şehinşahlık dışı siyasi halef-selef ilişkisini anlamakta
zorlanan Pers kültürü, Şiîlik, imamet, masumluk, seyyidlik gibi mefhumları
ihdas ya da ihya etmekte zorlanmamıştır.”
Şiîliğin bilginin bâtıni ve zâhiri yönü
olduğu ve ancak başkalarının bilmediğini bilen az sayıda seçkinin rehberliğinde
kurtuluşa erişilebileceğine yönelik düşünceler Pers ve Hind inanışlarından
esinlenmiştir. Bu bağlamda da Gökalp'ın yorumları alıntılanmaya değerdir. “Bu
dinlerin dışında ve üstünde, Pers kültürü, tıpkı Hind ve kısmen Çin
bölgelerinde görülen gnostik-mistik yaklaşımlardan müstağni kalamamıştır.
Gnostisizm kendi başına bir din olmasa da dinleri etkileyici bir anlayış
olduğunu kimse inkâr edemez. Gnostisizm, Yunanca bilgi anlamına gelen “gnosis”
kelimesinden türer. İslâm dünyasında daha çok batınilik olarak anlaşılan bu
bilgi türü, herkese malum olmayan, gizli, belli bir hiyerarşi ile aktarılan
bilgidir. Bu bilgi tecrübi bir bilgidir ve çoğu zaman düalist bir karaktere
sahiptir. Her şey iyi ve kötü, karanlık ve aydınlık, görünen ve görünmeyen
şeklinde ikiye ayrılir. Bu ayrımlar belli semboller ile ifade edilir. Örneğin
ruh ışık, aydınlık iken, beden ya da madde karanlıktır. İnsanın karanlıktan
aydınlığa çıkması, kurtuluşa ermesi için belli ruhsal mistik yolculuklarla
ilerlemesi gerekir. Kurtuluş, başkalarının bilmediğini bilen az sayıda seçkin
ermişlerin rehberliğinde gerçekleşir. Gnostik dinlerde astronomi ve hurûfilik
rağbet görür. Bu anlayış sadece Zerdüştlükte değil çeşitli
Şiîli formlarda Yahudilikte ve Hristiyanlıkta da gözlemlenir. İslâm
fetihlerinden sonra da Irak bölgesinde fethin sonuçları olarak görebileceğimiz
türden kendini İslâm'a nispet eden bazı gruplarda gnostik anlayışlar kendini
göstermiştir.”
Bu inanış Şiîliğin söylemlerine de
yansımıştır. Bu bakımdan Şia insanların iki çeşit çamurdan yaratıldığını iddia
etmektedir: iyi ve kötü çamur. Sünniler kötü çamurdan yaratılmıştır, Şiîler ise
seçkin bir topraktan. Buna göre bu iki toprağın karışımından başka bir tür
çıkmıştır ki, onlar da Şiîlerin günahkârları olup bunların toprağına Sünni
toprağı karışmıştır. Sünnilerde görülen salah ve güvenilirlik ise onların
toprağına karışan Şia toprağı etkisiyle olduğunu ve kıyamet günü Şianın günah
ve cezalarının Sünnilere, Sünnilerin hasenatlarının ise Şiîlere verileceğini
iddia ederler.”
Mevâlinin çoğu beraberinde eski inanış ve
teamüllerini getirmiş, dini ve kültürel hâfızalarını ise muhafaza etmişlerdir.
Arap-Fars çekişmesinin günümüzdeki belki de en net tezahürü ve kanıtı Arap
Şiîliği ile Fars Şiîliği arasındaki rekabettir. Bu rekabet günümüzde bile bölge
siyasetini etkileyecek derecede güçlü bir motivasyondur. Irak'taki Necef
Havzası, Arap Şiîliğinin merkezi kabul edilirken, İran'daki Kum Havzası Fars
Şiîliğinin merkezidir. Kum şehrinin dini hüviyeti modern döneme
has değildir.
Farslar kendilerini Araplardan üstün
görseler de neseplerini Ehl-i Beyte dayandırma konusunu göz ardı etmemişlerdi.
Kanaatlerine göre imamet Hasan'dan değil Hüseyn'in soyundan devam etmeliydi.
Şiî kaynaklar Müslümanların Fars topraklarını fethinden sonra Hz. Hüseyin'in
İran Hükümdarı Yezdicerd'in esirlerle birlikte gelen kızı Şehrbânü ile
evlendiğine değinir. Şehrbânü Hz. Hüseyin'in Kerbelâ faciasından sağ kalan oğlu
olan İmam Zeynelâbidin'in annesidir. Bu evlilik Ehli Beyt ile Fars Müslümanlar
arasındaki ilişkileri geliştirmiş ve aynı zamanda Farsların Hüseyin ahfâdına
desteğini arttırmıştır. Dinin neden olduğu milliyetçi ayrışma ve ikililik
Şehrbânü-Hüseyin evliliğiyle son bulmuş, din ile milliyetçilik cem edilmiştir.
Veli Nasr'a göre bu evlilik İran ile Şiîliğin evliliğini sembolize etmektedir.
Kisralığın kutsal verâseti Ehl-i Beyt ile kurumsallaşmıştır. Pek çok İranlı bu
evlilik nedeniyle gurur duyar ve kendilerini Ehl-i Beyte akraba telakki eder.
Muhtemeldir ki bu muhayyel karakterle kurulan akrabalık bağıyla Farsların bir
kısmı siyasi yönetimin kutsal bir sülâlede olması gerektiğiyle ilgili Mani ve
Mazdek inançlarının yeniden diriltilmesi açısından o dönemlerde kutsal Fars
sülâlesi yerine Ehl-i Beyt'i yerleştirmişlerdir. Humeyni'nin en önemli
takipçilerinden biri olan Mutahhari gibi nadir isimler bu evliliğin
gerçekliğine kuşkuyla yaklaşsalar da dini kaynaklarda bu rivâyetlerin yer
alması bu kanaatin İran halkına yaygın biçimde sirayet etmesine neden
olmuştur.”
Şiîliğin Tanımı
Şia kelimesi sözlüklerde yardımcı,
taraftar, tâbi olan anlamında kullanılır. Terimsel/ıstılâhi anlamda Şia Hz.
Ali'nin İmâmeti konusunda ittifak eden, ona biat eden ve Hz. Ali'nin Peygamber
(sav) tarafından imam tayin edildiğine inanan, ondan önce halife olanların
gayri meşru yollarla hilâfeti gasp ettikleri iddiası taşıyan kimselere verilen
isimdir. Bu iddiaya göre göre “azınlığı oluşturduğu bilinen bir grup,
peygamberimizin Gadir-i Hum denilen bölgede Hz. Ali'yi kendi halefi olarak
seçtiğine inanıyorlardı ve bunlara Ali Şiası (taraftarları) denildi. Onlar
İmâmet meselesinin muallak bırakılmasının Allah'ın adalet ve lütfuna
sığmayacağını düşünüyorlardı.”
Ehli Sünnet-Şia ayrımının ilk dönemlerinde
Şia kelimesi ne fıkhi ne de akidevi bir farklılaşmaya işaret ediyordu.
Hulefâ-yi Râşidin döneminde Ali Şiası yalnız kelime mânasında kullanılarak “Hz.
Aliyi tercih eden muhibbanları” anlamına gelmekteydi. Dini bir bakışı, formu ya
da mezhebi ifade etmemekteydi. Hz Ali, Hz. Hüseyin, İmam Zeynelâbidin ya da
Ca'fer es-Sâdık'ın dini/akidevi görüşleriyle diğer halifelerin ve hatta Emevi
sultanlarının dini görüşleri arasında temel bir fark bulunmamaktaydı. Kodifiye
edilmiş mezhebi bir inanış olarak Şianın tarihine ideal bir başlangıç
aranıyorsa, bu 3. yüzyıl olmalıdır. Zira bu dönem Şiî siyasi söylemin ana akım
İslâmi inanışla büyük bir kırılma yaşayarak “Ali savunuculuğundan” çok farklı
gayeler ve tezlerle yepyeni bir dini form üretmesine tanıklık etmiştir.
Billurlaşan, serpilip gelişen, temelleri oluşturulan Şiî düşünce, yazılı
metinlerine de kavuşmuştur.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı : 410 / Ocak 2025