Bir Din Kurgulamak - Alparslan Aydar

Bir Din Kurgulamak

Resûl-i Ekrem'in(sav) vefatından sonra İslâm toplumunun liderliğinin kime ait olacağı ile tartışmaların, nübüvvetten önce Araplar ile Farslar arasındaki rekabetle yakından ilişkisi vardır. Sözlükte “taraf, taraftar, partizan ve destekçi” gibi manalara gelen Şia tarih boyunca İslâm ümmetinin çoğunluğuna karşı muhalif bir grup olarak varlığını. sürdürmüştür. Seçilmişlik vurgusu ve azınlık psikolojisi en zor zamanlarda bile Şiilerin inançlarına sıkıca bağlanmasını ve birbirleriyle yardımlaşmasını sağlayabilmiştir. Yenilgiye uğramış ve tarassuta tabi tutulmuş bir ideolojinin varisleri olarak üzerlerinde taşıdıkları ezilmişlik duygusunu İslâm tarihinin en müstesna dönemlerine ve en seçkin temsilcilerine tân ederek aşmaya çalışmışlardır. 

Bir Din Kurgulamak
Abdülkadir Şen
Tin Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı : 410 / Ocak 2025

Önsöz

Bu kitap, okurunu İslâm'ın yayılmasından önceki sosyal-siyasi ortamdan, peygamberimizin vefatı ve sonrasında gerçekleşen hadise ve tartışmalara, ardından Emeviler, Abbasiler, Buveyhiler, Safeviler gibi tarihin dönüm noktalarında rol alan devletler ekseninde yaşanan gelişmelere şahit olabileceği bir serüvene çıkarmayı amaçlamaktadır. Elinizdeki araştırma Şiîlik gibi, tarihi, dini, ideolojik, siyasi ve sosyolojik nedenleri bulunan bir akımın birkaç cümle ya da hızlı analizden ziyade uzun soluklu bir yolculuk ve çok yönlü bir tahlille anlaşılabileceği tezini savunuyor. Eğer okur kitabı baştan sona okumaya azmederse işte bu bütüncül bakışın betimlediği tutarlı resmi zihninde canlandıracaktır.

Kitap teşekkül devrinden günümüze Şia farklılaşmasının boyutlarını ve tarihi seyrini incelemektedir. Resülullah'ın (sav) vefatının hemen akabinde, Müslümanlar arasında meydana gelen siyasi bir tartışma İslâm tarihinin şekillenmesinde fazlasıyla belirleyici olmuştur. Bu ihtilaf, Hicri üçüncü asırdan itibaren Şiî akımların neşvünema bulmasına zemin hazırlamış ve günümüzde de bilhassa Ortadoğu'da ciddi bir saha hâkimiyeti tesis eden örgütlü Şiî yapıların ideolojik/fikri tohumlarını ta o dönemden atmıştır. Kitap Hiz. Ali'yi sevmek ve ilk halife olmayı diğerlerinden daha çok ona yakıştırmak şeklindeki duygusal Şiîlikle, günümüzde kodifiye edildiği ve bambaşka bir renge büründüğü haliyle ve bütünüyle İslâm'ın büyük anlatısına muhalif yeni bir üst anlatıyı esas alan mezhep temelli Şiîliği keskin çizgilerle birbirinden ayırmaktadır.

Aslında Peygamber'in (sav) vefatından sonra İslâm toplumunun liderliğinin kime ait olduğu hususundaki tartışmaların, nübüvvetten önce Araplar ile Farslar arasındaki ilişki biçimleri, otorite türleri, iktidar kaynakları ve rekabetle de yakından ilişkisi vardır. Elbette ki Farslar kadar olmasa da zaman içinde İslâm toplumuna dâhil olan muhtelif din ve öğretilere mensup kavim ve cemaatlerden Şia'ya yakınlık duyanlar da bu ekole değişen ölçülerde kendi renklerini katmışlar, Şia'nın kendine özgülüğünü sağlayan birer etken olmuşlardır.

Sözlükte "taraf, taraftar, partizan ve destekçi” gibi manalara gelen Şia tarih boyunca İslâm ümmetinin çoğunluğuna karşı muhalif bir grup olarak varlığını sürdürmüştür. Şia'nın tabiatında taşıdığı güçlü bin yılcı (Mehdici/Mesiyanik/Armagedoncu) öğeler onu geleceğe taşımış ve en büyük baskılara maruz kaldığı dönemlerde dahi bu azınlık inanışın müntesiplerinin sabretmesini, direnmesini, kendilerini hakkın yegâne temsilcisi olarak görmesini sağlamıştır. Seçilmişlik vurgusu ve azınlık psikolojisi en zor zamanlarda bile Şiîlerin inançlarına sıkıca bağlanmasını ve birbirleriyle yardımlaşmasını sağlayabilmiştir. Yenilgiye uğramış ve tarassuta tabi tutulmuş bir ideolojinin varisleri olarak üzerlerinde taşıdıkları ezilmişlik duygusunu İslâm tarihinin en müstesna dönemlerine ve en seçkin temsilcilerine tân ederek aşmaya çalışmışlardır.

Günümüzde İslâm Dünyasındaki pek çok gelişmeyi anlamak ve anlamlandırmak için Şiî-Sünni ilişkilerine odaklanmak kaçınılmaz bir mecburiyet halini almıştır. Yeni olarak algılanan ve modern gelişmeler denilen pek çok şey aslında tarihin farklı bir formla tekerrür etmesinden ibarettir. Elinizdeki kitap Şiîliğin muhtasar bir dini/Siyasi tarihini, ana akım İslâm'dan (Ehl-i Sünnet ve' Cemaatten) inhiraf sürecini, temel iddia ve tezlerini ve Ehl-i Sünnet ulemânın cevaplarını ele almaktadır. Çalışma Ehli Sünnet ve'l Cemaat'i İslâm'ın ana yolu ve caddesi görmekte, müstakil bir mezhep olarak değerlendirmemektedir. Şia'yı ise muğlak mesajlar, ayrık söylemler ve uzak tevillerle bu ana caddeden ayrılan fırkalardan biri olarak tanımlamaktadır. Bu sava göre İslâm, Kur'ân ve risaletin temel mesajına ek olarak peygamberimizin tüm yakın arkadaşlarının ve İslâm ümmetinin kahir ekseriyetinin (cemaat/kitlesel çoğunluk) temsil ve nakli ile kesintisiz olarak varlığını Ehl-i Sünnet yoluyla sürdürmüştür.

Bundan ötürü Şiî-Sünni dikotomisi Ehl-i Sünnet'i gerek nüfus gerek nüfuz açısından Şia gibi bir azınlık mezhebi/ideolojisi, olarak görmemekte, Şiîliği Ehl-i Sünnet'ten, dolayısıyla da İslâm'ın temel esaslarından bir sapma olarak görmektedir. Sıradan Şiî tasavvuru peygamberimizin eşleri ve dostları da dâhil zamanında birlikte hareket ettiği tüm ashâbın hain, güvenilmez, gasıp ve dünyaperest oldukları, günümüzde onlara tâbi olan ve İslâm dünyasının kâhir ekseriyetini oluşturan Müslümanların da doğru yoldan nasipsiz oldukları düşüncesine dayanır. Şiî literatür başından sonuna sahâbeyi peygamberin damadına ve veliahdına (Allah'ın tayin ve peygamberin tebliğ ettiği masum imama) karşı girişilen müşterek bir komplonun parçası olmakla itham eder. İlk üç halife ve peygamberimizin eşi başta olmak üzere Resulullah'ın yol arkadaşlarına hürmet ve itibarı esas alan her yaklaşım Şiîliğin temellerinin çöküşü manasına gelmektedir. Zira Şiîlik kendisini Hz. Ali'nin hilafetinin (velayetinin/imametinin) meşruiyeti ve hakkının gasp edildiği doktrini üzerine bina etmiştir. Şüphesiz Şiî gelenek içerisinde-konjonktürel olarak veya farklı motivasyonlarla bu anlayışı tümüyle paylaşmayan akımlar, liderler, ekoller bulunmaktaysa da genel anlamda bu görüşlerin modern dönem Şiîliğini şekillendirdiğini söylemek haksızlık olmayacaktır.

Hz. Ali’nin imametinin Allah tarafından belirlendiği inancı diğer tüm yaklaşımları ilahi rızaya muhalefet olarak kodlamak, onun hakkının gasp edildiği inancı ise gayrısını gasıp olarak görmek zorundadır. Bu da geçmişte ne olduğu ve aslında ne olması gerektiği ile ilgili yeni bir kurguyu gerekli kılmaktadır. Böylesine bir kurgunun kusursuz olamayacağı, yani tarihin geriye doğru yeniden yazılmasının imkânsızlığı Şiîliğin zamanla söylem değişikliğine ve inanç inşasına uğramasına da neden olmuştur, Baştan sona nâ-tamam bir mezhep olan Şiîlik tarih içinde defalarca ta'dil edilmiştir. İnancın en temel hususlarının yeniden düzenlenmesini esas alan bu elastiki yapıya sahip olmayan Şiî fırkalar ise zamana yenik düşmüşlerdir.

Bu çalışma, İran İslâm Cumhuriyeti'nin (1979) günümüze kadar geçirdiği tecrübeleri, Şiî teo-politikasını, İslâm dünyasında yürüttüğü Şiîleştirme projelerini ve vekâlet savaşlarını, devrimcilerin kendi eserlerinden ilham alarak devrime bakışlarını inceleyen daha geniş bir çalışmanın mukaddimesi niteliğindedir. Araştırmamızı sağlam temellere oturtmak ve günümüzdeki çatışmalara yön veren dini ve tarihi nedenleri sağlıklı ve derinlikli bir biçimde değerlendirme imkânını yakalamak açısından, Şia'nın tarihi seyrini ve gerekçelerini ayrıntılı biçimde incelemeyi zaruri gördük, Böylece İslam tarihinin ilk evrelerinden günümüze değin iki kamp arasındaki ilişkilerin serencamını ve geçmişte yaşanan tecrübelerle günümüzdekiler arasındaki ilişkileri nedensellik bağlamında daha sağlıklı mukayese imkânına sâhip olacağız.

Tarihi anlamak günümüzü anlamanın, günümüzü anlamak ise istikbale muzaf adımlara ilhâm kaynağı olacak kavrayışın esâsını teşkil etmektedir. Mezheplerin zaman içinde teşekkül etmesine neden olan görüş ayrılıkları dini metinler veya rivayetlerden ziyade siyasi bir muhtevaya sahiptir ve tahminlerin ötesinde tarihi ve sosyolojik bir bagajı barındırır. Bu bağlamda farklı dini mezhepler ile alâkalı rivâyetler, varsayımlar ya da sâbite/hakikat kabul edilen pek çok hususun esasen o tarihsel dönem içinde yaşanan ihtilâfların ya da daha sonraki süreçlerde tarihin geriye doğru inşa edildiği anlayışın nesnesi olduğu ortadadır. Bu savların bir kısmının hayal ürünü, bir kısmının nispet edildiği kişilere ait olmayan sözlerden ibaret olduğu da unutulmamalıdır. Bu bağlamda Şia içindeki fırkalara nispet edilen görüşlerin ve Ehl-i Sünnet-Şia ayrımında tarafların birbirine yönelik iddialarının bazen şâz/istisnai görüşlerin ön plana çıkarılmasından kaynaklanması muhtemeldir.

Bu çalışmamızda Şiî olarak tanımladığımız temel grup İsnaaşeriyye/İmamiyye Şiasıdır. Şiîlikle alakalı değerlendirmelerimizde kesinlikle Şiîliğin aşırı ve şaz gruplarına ait eserleri ölçü almadık. Bir dini kesime atfedilen görüşlerin, o kesimin öncülerine dönük iftira ve yalan/yanlış bilgilerden kaynaklı olduğuna sıkça rastlanır. Muhtelif dini grupların, hânedanlıkların ve güç odaklarının İslâm dünyasında egemenlik hakkı iddia ettikleri ve bunun için çatıştıkları tarihi süreçlerde, itibar sahibi olan pek çok ismi kendi çıkar mücadelelerinde bir araç olarak kullanmadıklarını düşünmek naiflik olacaktır. Zira bu dönemlerde gerek iktidar mücadeleleri gerekse fıkhi-fikri tartışmalarda pek çok grubun, görüşlerinin doğruluğuna bir karine olması amacıyla çeŞiîli İslâm büyüklerine aslında kendilerinden sâdır olmayan sözler nispet ettikleri bilinmektedir.

İslâm tarihinde ya siyasi iktidar konusundaki ihtilâflar siyasi mezhepleri oluşturmuş ve bazı siyasi mezhepler daha sonra birer dini ekol haline bürünmüş ya da kendine özgü yöntemleriyle bir ilim mirası bırakan âlimlerin takipçileri zamanla o ilmi mirası bir disipline dönüştürmüştür. İktidar mücadeleleri zaman içinde mezhebi rekabete bürünmüş, muhtelif sultalar/iktidarlar dönemsel olarak kendilerini destekleyen ilmi çevreleri beslemiş ya da bazı ilmi ekoller kendi iktidarını üretmiştir.

Dinin kendisi tarih boyunca yönetici tabakaların güç mücadelesinde önemli bir araç olagelmiştir. Bu da siyasi erklerin dini inanışları çıkarlarına uygun biçimde yorumlamasına yol açmış ya da kendi din adamı sınıfını oluşturmalarını beraberinde getirmiştir. Zaman zaman çeŞiîli dini akım ve mezheplerin oluşmasında, kimi zaman da zaten var olan bir ekolün gelişmesinde siyaset oldukça belirleyici rol oynamıştır. Örneğin Fâtımi Devleti'nin kuruluş aşamasında İsmâililik etkili olurken, İsmâili düşüncenin zamanla Fâtımi meliklerini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” olarak sunması da Fâtımi liderlerin meşrûiyet arayışının bir sonucudur. İran İslâm Cumhuriyeti Şiî dinamizmi ve kurgulanmış mitler üzerine kurulmuştur ve kısa sürede sadece İran'da değil tüm İslâm dünyasında Şiî dini düşünceyi etkilemiş, Şiî dünyada ise bilhassa velâyet-i fakih doktrini üzerinden diğer Şiî alt mezhepleri eritircesine ciddi bir homojenleşmeye neden olmuştur/olmaktadır. Bilhassa Irak, Lübnan ve Yemen'deki tarihsel Şiî toplumlarda 1979 Devrimi sonrasında bu süreç aşikar şekilde müşahede edilebilir.

Şiîliğin akidevi bir inanç şeklinde tebellür edişi ve gelişimi ancak hicri 3. asırda gerçekleşmiştir. Şiî muhalefetlerin beşeri sermayesini temelde sonradan Müslümanlaşan ya da Müslüman olmayıp büyük bir öfke biriktiren Sasâniler vb, mağlup toplulukların oluşturduğu direniş ve ayrılık refleksine dayalı isyanlar oluşturmuştur. Bu fenomenin sembolik sermayesi ise Ehl-i Beyt'in üstünlüğü ve yönetme hakkı üzerinden sağlanmıştır. Şiîlik işte bu mağlup etno-kültürel gelenekten ciddi oranda etkilenmiştir. Sâsani İmparatorluğunun toz duman içinde ani çöküntüye uğramasının ardından oluşan bu puslu havada sadece İslâm yaygınlaşmamış, aynı zamanda güçlü bir tepkisellikle muhalif hisler besleyen mağlupların isyan dalgaları ve yeni kimliklere bürünen görünümleri de yayılma zemini bulmuştur.

Şiîlik meselesini dönemin siyasi ve sosyolojik koşullarından bağımsız incelemeye dönük her girişim meseleye nüfuz edememe, olayların nedenselliğiyle ilgili gerekli ayrımları dikkatli yapamama illetiyle mâlul olacaktır. Başka bir ifadeyle bu inanışın şeceresini çıkarmayı amaçlayan her çalışmanın, dönemin demografik/sosyal durumunu dikkate alması gerekir.

Genel olarak Şiî toplulukların, özelde ise günümüzde İran'ın İslâm dünyasının geri kalanıyla iletişimi yoğun bir epistemolojik anarşizm sorunuyla zehirlenmiştir. Epistemolojik anarşizm bilimsel gerçekliği cüretkâr biçimde sorgulamayı esas alan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım “ne olsa gider” sloganıyla bilimsel yöntemlerin tümünü tartışmaya açar ve evrensel gerçekliği mutlak biçimde reddederek “epistemolojik dadaizm"in yolunu takip eder. Şiî hareketler geçmişten günümüze kendi dışındaki İslâm anlayışını anarşizm tarzıyla reddeden ve sabote eden bir bilgi birikimi ortaya koymaktadır. Bu “tarih ve din” alanında üzerinde uzlaşılmış metod ve bilgiyi reddeden anarşizm, asıl Ortodoks inancın kendisi olduğunu yer yer ima çoğunlukla da deklare ederek yeni bir “gerçekliği” kitlelere dayatmaktadır.

Şiî otoriteler bu yaklaşımlarıyla kendi mezhebini İslam dünyasında bir parçalanma yaratmak için kullanmaktadır. Tarihin derinliklerinden doğan mezhebi ihtilâflar iktidar kanalıyla aralıksızbir şekilde piyasaya sürülmektedir. Özellikle de halk kitlelerinin zihinlerindeki tarih ve din algısı, cevabı olmayan ya da Şiî literatürde -ihtiyaca binaen icat edilmiş- cevapları bulunan sorularla düşünce dünyaları alt üst edilerek kaotik bir ortam oluşturmak klasik Şiî geleneğinin alâmeti farikasıdır. Hakikat kararının verilebileceği dünyevi mahkemenin artık kapandığı sahâbe dönemindeki bazı olaylar güncellenerek günümüz problemi haline getirilmektedir. Sahabe arasında hükmü verilmiş ve tarihin de şahitlik ettiği hakikat ise aralarında husumet ve rekabet ilişkisi değil uhuvvet ve muhabbet ilişkisi olduğudur. Bu açıdan bakıldığında Şiî misyoner gruplar için verimli ortamlar zihinsel açıdan bulanık çevrelerdir.

Şiî-Sünni ilişkilerini zehirleyen tarih hummasının önemli bir kaynağı, İran'ın kitleleri harekete geçirmek ve ulus devletini muhafaza etmek için mezhebi araçsallaştırdığı ve tarihi olaylara, acılara her yıl aşura merâsimlerinde resmi törenlerle atıflar yaptığı söylemlerdir. Daha korkutucu olan ise bu tarihin gerçekte artık tarih bile olmayışı, yeniden tekerrür edişidir. William Faulkner'ın deyişiyle “Geçmiş asla ölmüş değildir. Hatta geçmiş, geçmiş bile değildir.”

Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da yaşadığı trajedi (hunharca şehid edilişi) ve bu trajediyi duygularda canlı tutmak için Büveyhiler döneminden başlayarak günümüze kadar gelen ritüeller, anma gösterileri, kendini zincirlerle yaralamak ve diğer âyinler Şiî ruhuyla özdeşleşmiştir. Muharrem etkinliklerinin genelde Sünni olan dış düşmanlara karşı kitlesel bir tepki oluşturmak için kullanımı geçmişten günümüze kesintisizce süregelmiştir. İdeolojik ve hayal ürünü tarihsel kurgular zamanla gerçek tarihin yerini almış, şifahi bilgi kaynaklarından edinilen efsanevi kırıntılar sıradan bir İranlının iliklerine kadar işleyerek yaşamının bir parçasıhaline gelmiştir. Şiî âlimlerin hatırı sayılır bir kısmı ise tarihi toplumun afyonu yapmışlardır.

Bu çalışma, yukarıda zikredilen konuların arka planına ışık tutmak, tarihi ihtilafların ve Şiî inanç umdelerinin İran devleti tarafından nasıl bir kaldıraca dönüştürüldüğünü izah etmek üzere kaleme alındı. Şu açıktır ki, Şiî teopolitiği ve tarihsel arka planı anlaşılmadan ne İran ne de onun bölgesel politikaları kavranabilir. Dolayısıyla aşk-nefret ikilemine ve körü körüne fanarizme düşmeden, İran gerçekliği ve Şiîlik realitesi somut bir şekilde mercek altına alınmalı ve tüm yönleriyle tartışılmalıdır.

İslâm Öncesi Arap-Fars İlişkileri ve İran'ın Fethi Şiî İnancı

Nübüvvetten önce Arap âlemi ve bu bölgelere mücâvir alanlarda Etiyopya (Habeşistan) Krallığı, Sâsâni İmparatorluğu ve Roma (Bizans) İmparatorluğu olmak üzere üç ayrı güç hüküm sürmekteydi. İslâm'dan önceki döneme Romalılar ile Persler arasındaki mücadele damgasını vurmuş, Hz. Muhammed'in (sav) doğumundan nübüvvetin ilk yarısına kadarki dönem ise Doğu Roma İmparatorluğu ile bu dönemde altın çağını yaşayan Sâsâniler arasındaki mücadele ve rekabete sahne olmuştur. 

Dağınık kabileler halinde yaşayan bedevi Arapların tarih sahnesine yekvücut bir güç olarak çıkmaları, ancak İslâm mesajı ile mümkün olmuştu. Farsların, Habeşlilerin ya da Bizanslıların ileri karakolu olan ve üç ülkenin de nüfuzu altına girmiş bulunan Arap toprakları İslâm'la birlikte büyük bir güç olarak tarih sahnesine çıktı. O zamana dek Farsların tebaası gibiydiler. Yakın komşuları olan Farslar sanatta, ekonomide, askeri ve sosyal alanlarda Araplarla kıyaslanmayacak bir seviyedeydiler. İslâm dini böyle bir siyasi atmosfer içinde doğdu.

Arapların uzun yıllar tahakkümü altında bulundukları Farslara H. 637 yılında yaşanan Kâdisiye savaşıyla galip gelerek Hz. Ömer (r.a) döneminde Fars diyarını fethetmiş olmaları, kendilerini Araplardan her kategoride üstün görmekte olan Farslar arasında doğal bir infial, hayal kırıklığı ve hınca neden oldu. Fars edebiyatında ve tarihi belgelerde Farsların Arap tahakkümünü kabullenmediklerine ve kendilerini üstün gördüklerine dair bol miktarda malzeme bulunmaktadır. Her fırsatta bu kadim medeniyeti yeniden diriltmek için sonu gelmeyen girişimlerde bulunmuşlar, hükümranlığı altında bulundukları Müslüman devletlere isyan etmişlerdir, Diğer bazı inanışlarda olduğu gibi Zerdüştlükte de bulunan Mehdi inanışı ve güçlü binyılcı inanışlar sonu gelmez nihilist isyanlara neden olmuştur.

İran’a dönük ilk İslâm akınları 634 yılında başlamıştır. İlk önce Ebû Ubeyd es-Sekafi liderliğindeki bir ordu Sâsâni güçlerini mağlâp etmiş, ancak uzun süreli başarı sağlayamamıştır. Uzun süren mücadele ve cenklerin ardından nihâyet Sa'd b. Ebi Vakkâs liderliğindeki ordu başkent Tizfüna (Medâin) girerek Sâsâni Devleti'ne son vermiştir. Tekrar toparlanan Sâsâni güçleri 641 yılında yaşanan Nihâvend Savaşı'nda tamamen imha edilmiştir. İran şehirleri İslâm otoritesine Nihâvend Savaşıyla girse de bölgede Fars milliyetçiliği ve kadim Pers inanışlarına dayalı isyanlar uzun süre devam etmiş ve Abbâsiler dönemi de dâhil olmak üzere dur durak bilmemiştir. İbn İsfendiyâr “Târih-i Taberistân” isimli eserinde, 9. yüzyılda; İslâm'ın İran topraklarını fethetmesinin üzerinden birkaç asır geçmiş olmasına rağmen İran'ın bazı bölgelerinde Mecûsi hânedanlıklarının hüküm sürdüğünü ve Müslüman yöneticilere karşı isyanlar tertip ettiklerini şaşkınlıkla belirtir. 

Sâsani imparatorluğunun toz duman içinde ani çöküntüye uğramasının ardından oluşan bu puslu havada sadece İslâm yaygınlaşmamış, aynı zamanda güçlü bir tepkisellikle muhalif hisler besleyen mağlupların isyan dalgaları ve yeni kimliklere bürünen tezahürleri de yayılma zemini bulmuştur. Şiîliğin alternatif-muhalif bir kitle hareketi olarak tarihteki üç yükselişi de geleneksel yapının çöktüğü puslu dönemlerdir. Moğol ve Haçlı istilaları Şiî yükselişini doğurmuş, Anadolu ve İran topraklarında bozulan siyasi düzenin boşluğunu Safeviler devleti doldurmuş, İslâm dünyasında yaşanan iç savaşlar ve Arap Baharı sonrası kargaşa döneminde oluşan boşluğu ise İran doldurmuştur. Şiîler bu yükselişlerinin ilkinde Moğollar ve Haçlılardan destek almış, ikincisinde Osmanlıya karşı Avrupa ülkeleriyle işbirliğine gitmiş, üçüncüsünde ise hem Rusya hem de ABD ile açık-gizli irtifak ilişkileri kurarak Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'de güçlenmişlerdir.” 

Hz. Ebû Bekir'den itibaren İslâm idaresi de Mekke ve Medine başta olmak üzere isyanlara iştirak etmeyen kabileleri kilit mevkilere getirmiş, Mevâli ve mürted hareketlere dahli olan kabileleri ise güvenlik kaygısıyla iktidardan ırak tutmayı yeğlemiştir. Farslarla uzun süren savaşlar ve gerçekleşen isyanlar ise Mevâli'nin doğal olarak üst makamlara getirilmesinin makul olmadığını göstermiştir. Devlet egemenliğinin ve kritik makamların İslâmı henüz tam benimsememiş, lakin İslâm'ın politik gücüne boyun eğmiş kimselerin inisiyatifine terk edilmesi haklı olarak ihtiyatsız bulunmuştur. Bu gerekçelerin de dönemin siyasi koşulları değerlendirilirken tümden yok sayılması hatalı olacaktır.

Bazı Ehl-i Beyt mensupları bu yeni siyasi düzene karşı muhâlefetin hâkim sesi olmuştur. Zaman içinde Emevi idaresine karşı muhâlefetin kalesi ve gür sesi olan Ehi-i Beyt taraftarlığı iyi ve kötü niyetli tüm muhaliflerin ve mevâlinin umudu haline gelmiş ve Emevilerden intikam almak için kullanılan bir araca ve bahaneye dönüşmüştür. Evet, başlangıçta yalnızca Ali (r.a) taraftarlığı olan Hz. Ali'yi diğer ashâbdan daha fazla seven ama tüm yönleriyle Ehl-i Sünnet akide ve uygulamalara tabi bulunan Şiîlik (Hz. Ali  taraftarlığı)  bidayetinde pek tabi Arap orijinlidir. Ancak Ehi-i Beyt sevgisi istasyonundan kalkan bu tren yolculuğu boyunca pek muhtelif yükler ve yolcular almış, rotasını ise sürekli biçimde değiştirmiş, işte bu değişim ve dönüşüm süreçlerinde büsbütün farklı bir fırkaya dönüşmüştür. Bu dönüşümde en çarpıcı etkiyi ise bu sefer Araplar değil Fars bakiyesi dini gruplar ve kalabalık gayri Arap sosyoloji icra etmiştir.

Emeviler ve Abbâsiler döneminde yaşanan isyanların büyük çoğunluğunda mevâli grupları başat rol oynamıştır. Louis Massignon, Şiîlik ile orta sınıf zanaatkârların siyasi durumu arasındaki ilişkiyi vurgulamıştır. Bu sosyolojik anlayışın daha güçlü bir şekli, muhtemelen Marksist tarihçilerin eserlerinde görülebilir. Nitekim Petruşevski, çiftçilerin, Sünni toprak aristokrasisine karşı isyanlarına atıfta bulunarak; çiftçiler, zanaarkârlar ve fakir göçebeler arasında Mehdilik fikirlerine meyledilmesini, onların sosyal gelişme konusundaki ümitleriyle bir uyum arz etmesine bağlamakradır. Bu zümreler arasında Farslıların yoğunluğu da kastedilerek böyle bir değerlendirme yapılmış olabilir. Bu isyanlarda dini söylemler ön planda olmasına rağmen, Ehl-i Beyt imamları gibi dini otoritesi bilinen kimselerin de zaman zaman liderlik ettiği bu mücadeleler temelde akide savaşından çok bir adalet ve intikam savaşıydı. Çağdaş Şiî Sosyolog Ali Şeriati, Beni Ümeyye dönemindeki tüm isyanların, özünde toplumsal ve siyasi nitelikte olduğuna değinir.

Abbasilerin Emevilere karşı başarısı üç unsura dayanıyordu: “Tebâ durumundaki bir halkın yabancı ırktan müstevlilere karşı beslediği köklü nefret, Peygamber (ailesi) nesline duyulan tazim, Şiîlik ve bir kurtarıcı veya Mesih arzusu, beklentisi.” Hızlı ve şiddetli yayılan bir siyasi güç olarak İslâm ulaştığı bölgelerde askeri ve siyasi dirençleri tuzla buz etmiş, ancak bu yeni inanışa ve onun öncülerine içten içe büyük bir nefret besleyen milliyetçi ve dini direnci o denli zayıflatamamıştır. Dolayısıyla böyle bir ortamda doğan ve bu hâkim sınıftan memnun olmayan gayrimüslim ya da görünürde İslâma girmiş teba ile ilginç tezahürlerini gördüğümüz Şiîlik ana muhâlefet rolüne bürünmüştür. Bu bağlamda önceden Şiî olup Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen Prof. Dr. Musa el-Mûsevi doğal olarak sormaktadır: “Şia, ona nispet ettikleriyle İmam'ı gerçekten seviyor mu, yoksa muhalefetini Ali'nin değerinin yüceliğini, şahsının büyüklüğünü, makamının kadrini bogazlama pahasına yönetimi ele geçirmek ve kendi devletini kurmak için mi yaptı.?

Farslara ait soy efsanelerinde krallık kanının önemli bir yeri vardır. Bir kişi ancak ataları kral ise krallık iddiasında bulunabilir. Hatta atalarıyla arasında uzun bir zaman dilimi bulunsa bile bir kişi kendisini bir kral hanedanlığına dayandırarak kısa sürede meşrûiyet ve destekçi sağlayabilirdi. Hüseyin Gökalp bu konuyu Irak’ın İslâmlaşması isimli eserinde şu şekilde özetlemektedir:

“Kuruş, Med kralı Astyagenes'in reddedilmiş bir oğlu, Sâsân da, İskender'den önce hüküm sürmüş Dara ailesinin bir ferdi olarak gösterilir. 2. Kuruş da (MÖ 558-530) Bâbilce yazılı ünlü silindirde hükümdarlığını Farsın egemen şehri Anşan'da kral olan atalarına dayandırarak meşrulaştırmıştır. Hahâmenişler ile birlikte zikredilmesi gereken din olan Zerdüştlüğün kurucusu olan Zerdüşt'ün ilahi bir ışık ile seçilmiş bir aile olan Ferahem ailesinin kızı ve Pur Veşespin'in karısı olan Duğdova'ya geçmesi ve bu ışığın bir soy aracılığı ile taşınması bu siyasi geleneğe dini bir boyut kazandırmıştır. Bu siyasi-dini gelenek İslâm fetihlerinden sonra Sâsânilerin son şahı 3. Yezdigerd'in kızı olduğu düşünülen Şehribânu ile Hz. Hüseyin'in evlendiği iddiasında ya da Büveyhi tarihçilerinin Pers asıllı Büveyhi sülalesini Sâsâni ailesine dayandırmalarında da kendini gösterir. Hanedanlık-şehinşahlık dışı siyasi halef-selef ilişkisini anlamakta zorlanan Pers kültürü, Şiîlik, imamet, masumluk, seyyidlik gibi mefhumları ihdas ya da ihya etmekte zorlanmamıştır.” 

Şiîliğin bilginin bâtıni ve zâhiri yönü olduğu ve ancak başkalarının bilmediğini bilen az sayıda seçkinin rehberliğinde kurtuluşa erişilebileceğine yönelik düşünceler Pers ve Hind inanışlarından esinlenmiştir. Bu bağlamda da Gökalp'ın yorumları alıntılanmaya değerdir. “Bu dinlerin dışında ve üstünde, Pers kültürü, tıpkı Hind ve kısmen Çin bölgelerinde görülen gnostik-mistik yaklaşımlardan müstağni kalamamıştır. Gnostisizm kendi başına bir din olmasa da dinleri etkileyici bir anlayış olduğunu kimse inkâr edemez. Gnostisizm, Yunanca bilgi anlamına gelen “gnosis” kelimesinden türer. İslâm dünyasında daha çok batınilik olarak anlaşılan bu bilgi türü, herkese malum olmayan, gizli, belli bir hiyerarşi ile aktarılan bilgidir. Bu bilgi tecrübi bir bilgidir ve çoğu zaman düalist bir karaktere sahiptir. Her şey iyi ve kötü, karanlık ve aydınlık, görünen ve görünmeyen şeklinde ikiye ayrılir. Bu ayrımlar belli semboller ile ifade edilir. Örneğin ruh ışık, aydınlık iken, beden ya da madde karanlıktır. İnsanın karanlıktan aydınlığa çıkması, kurtuluşa ermesi için belli ruhsal mistik yolculuklarla ilerlemesi gerekir. Kurtuluş, başkalarının bilmediğini bilen az sayıda seçkin ermişlerin rehberliğinde gerçekleşir. Gnostik dinlerde astronomi ve hurûfilik rağbet görür. Bu anlayış sadece Zerdüştlükte değil çeşitli Şiîli formlarda Yahudilikte ve Hristiyanlıkta da gözlemlenir. İslâm fetihlerinden sonra da Irak bölgesinde fethin sonuçları olarak görebileceğimiz türden kendini İslâm'a nispet eden bazı gruplarda gnostik anlayışlar kendini göstermiştir.”

Bu inanış Şiîliğin söylemlerine de yansımıştır. Bu bakımdan Şia insanların iki çeşit çamurdan yaratıldığını iddia etmektedir: iyi ve kötü çamur. Sünniler kötü çamurdan yaratılmıştır, Şiîler ise seçkin bir topraktan. Buna göre bu iki toprağın karışımından başka bir tür çıkmıştır ki, onlar da Şiîlerin günahkârları olup bunların toprağına Sünni toprağı karışmıştır. Sünnilerde görülen salah ve güvenilirlik ise onların toprağına karışan Şia toprağı etkisiyle olduğunu ve kıyamet günü Şianın günah ve cezalarının Sünnilere, Sünnilerin hasenatlarının ise Şiîlere verileceğini iddia ederler.” 

Mevâlinin çoğu beraberinde eski inanış ve teamüllerini getirmiş, dini ve kültürel hâfızalarını ise muhafaza etmişlerdir. Arap-Fars çekişmesinin günümüzdeki belki de en net tezahürü ve kanıtı Arap Şiîliği ile Fars Şiîliği arasındaki rekabettir. Bu rekabet günümüzde bile bölge siyasetini etkileyecek derecede güçlü bir motivasyondur. Irak'taki Necef Havzası, Arap Şiîliğinin merkezi kabul edilirken, İran'daki Kum Havzası Fars Şiîliğinin merkezidir. Kum şehrinin dini hüviyeti modern döneme has değildir. 

Farslar kendilerini Araplardan üstün görseler de neseplerini Ehl-i Beyte dayandırma konusunu göz ardı etmemişlerdi. Kanaatlerine göre imamet Hasan'dan değil Hüseyn'in soyundan devam etmeliydi. Şiî kaynaklar Müslümanların Fars topraklarını fethinden sonra Hz. Hüseyin'in İran Hükümdarı Yezdicerd'in esirlerle birlikte gelen kızı Şehrbânü ile evlendiğine değinir. Şehrbânü Hz. Hüseyin'in Kerbelâ faciasından sağ kalan oğlu olan İmam Zeynelâbidin'in annesidir. Bu evlilik Ehli Beyt ile Fars Müslümanlar arasındaki ilişkileri geliştirmiş ve aynı zamanda Farsların Hüseyin ahfâdına desteğini arttırmıştır. Dinin neden olduğu milliyetçi ayrışma ve ikililik Şehrbânü-Hüseyin evliliğiyle son bulmuş, din ile milliyetçilik cem edilmiştir. Veli Nasr'a göre bu evlilik İran ile Şiîliğin evliliğini sembolize etmektedir. Kisralığın kutsal verâseti Ehl-i Beyt ile kurumsallaşmıştır. Pek çok İranlı bu evlilik nedeniyle gurur duyar ve kendilerini Ehl-i Beyte akraba telakki eder. Muhtemeldir ki bu muhayyel karakterle kurulan akrabalık bağıyla Farsların bir kısmı siyasi yönetimin kutsal bir sülâlede olması gerektiğiyle ilgili Mani ve Mazdek inançlarının yeniden diriltilmesi açısından o dönemlerde kutsal Fars sülâlesi yerine Ehl-i Beyt'i yerleştirmişlerdir. Humeyni'nin en önemli takipçilerinden biri olan Mutahhari gibi nadir isimler bu evliliğin gerçekliğine kuşkuyla yaklaşsalar da dini kaynaklarda bu rivâyetlerin yer alması bu kanaatin İran halkına yaygın biçimde sirayet etmesine neden olmuştur.” 

Şiîliğin Tanımı

Şia kelimesi sözlüklerde yardımcı, taraftar, tâbi olan anlamında kullanılır. Terimsel/ıstılâhi anlamda Şia Hz. Ali'nin İmâmeti konusunda ittifak eden, ona biat eden ve Hz. Ali'nin Peygamber (sav) tarafından imam tayin edildiğine inanan, ondan önce halife olanların gayri meşru yollarla hilâfeti gasp ettikleri iddiası taşıyan kimselere verilen isimdir. Bu iddiaya göre göre “azınlığı oluşturduğu bilinen bir grup, peygamberimizin Gadir-i Hum denilen bölgede Hz. Ali'yi kendi halefi olarak seçtiğine inanıyorlardı ve bunlara Ali Şiası (taraftarları) denildi. Onlar İmâmet meselesinin muallak bırakılmasının Allah'ın adalet ve lütfuna sığmayacağını düşünüyorlardı.”

Ehli Sünnet-Şia ayrımının ilk dönemlerinde Şia kelimesi ne fıkhi ne de akidevi bir farklılaşmaya işaret ediyordu. Hulefâ-yi Râşidin döneminde Ali Şiası yalnız kelime mânasında kullanılarak “Hz. Aliyi tercih eden muhibbanları” anlamına gelmekteydi. Dini bir bakışı, formu ya da mezhebi ifade etmemekteydi. Hz Ali, Hz. Hüseyin, İmam Zeynelâbidin ya da Ca'fer es-Sâdık'ın dini/akidevi görüşleriyle diğer halifelerin ve hatta Emevi sultanlarının dini görüşleri arasında temel bir fark bulunmamaktaydı. Kodifiye edilmiş mezhebi bir inanış olarak Şianın tarihine ideal bir başlangıç aranıyorsa, bu 3. yüzyıl olmalıdır. Zira bu dönem Şiî siyasi söylemin ana akım İslâmi inanışla büyük bir kırılma yaşayarak “Ali savunuculuğundan” çok farklı gayeler ve tezlerle yepyeni bir dini form üretmesine tanıklık etmiştir. Billurlaşan, serpilip gelişen, temelleri oluşturulan Şiî düşünce, yazılı metinlerine de kavuşmuştur.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı : 410 / Ocak 2025