Yabancılaşma ve Hızlanma - Alparslan Aydar

Yabancılaşma ve Hızlanma

İnsanlığa dünyada cennet vaadeden modernizm, dünya zamanı ile yaşam süremiz arasındaki farkı ortadan kaldırabilmek, tek bir yaşam süresi içinde hayatı tanımlayan tüm seçenekleri gerçekleştirerek çoklu yaşamlar, hatta sonsuz yaşamlar sürebilmek için yaşam hızını arttırmayı vaazeder. Oysa ne kadar hızlı olursak olalım, dünyadaki payımız, yani gerçekleştirdiğimiz fırsatların oranı, kaçırdıklarımıza kıyasla gerçekleştirdiğimiz deneyimler ise durmaksızın azalır. Acımasız bir hamster tekerleğine yakalandığını hissederken yaşama ve dünyaya duyduğu açlıkla birlikte artan hayal kırıklıkları modern insanın en büyük trajedilerindendir.

Yabancılaşma ve Hızlanma
Hartmut Rosa
(Çeviri: Beyza Konuk)
alBaraka Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı : 393 / Eylül 2023

Giriş

Bu kitap, modern yaşam üzerine bir incelemedir. Eksiksiz bir bilimsel veya felsefi kesinliğe ulaşmayı hedeflememektedir ancak geç modern toplumlardaki insanların sosyal deneyimleri ile yeniden bağlantı kurmak amacıyla sosyal felsefe ve sosyoloji açısından ‘doğru’ türden soruları aramaktadır.

Açıkça ifade etmek gerekirse iddiam şudur: Yaşamımızın yapısını ve kalitesini incelemenin bir yolu zamansal kalıplara odaklanmaktır. Zaman perspektifinden yalnızca yaşamın hemen hemen tüm yönleri anlaşılır bir şekilde ele alınmaz, bunun ötesinde zamansal yapılar toplumun mikro ve makro düzeyleri arasında da bağlantı kurar. Örneğin, eylemlerimiz ve yönelimlerimiz zaman normları, teslim tarihleri ve düzenlemeleri tarafından koordine edilir ve modern kapitalist toplumun ‘sistemsel zorunlulukları’na uydurulur. Dolayısıyla, modern toplumların etik bakımından açıklanmayan katı bir zaman rejimince düzenlendiğini, koordine edildiğini ve hâkimiyet altına alındığını iddia ediyorum. Dolayısıyla, modern şahıslar üzerinde etik kural ve yaptırımların asgari düzeyde kısıtlayıcı olmasından ötürü modern bireyler ‘özgür’ olarak tanımlanabilir; buna karşın söz konusu modern bireyler çoğunlukla görünmez, politikayla ilişkili olmayan, üzerinde tartışılmamış, yeterli ölçüde teorileştirilmemiş ve açıklığa kavuşturulmamış zaman rejimleri tarafından sıkı bir şekilde düzenlenmiş, domine edilmiş ve baskılanmıştırlar. Bu zaman rejimi bütüncül tek bir kavram altında analiz edilebilir: Sosyal hızlanma mantığı. Bu nedenle kitabın ilk kısmında modem zaman yapılarının oldukça belirli ve önceden saptanmış bir şekilde değiştiğini öne süreceğim; modern zaman yapıları inkâr kabul etmez şekilde modernite kavramına ve ruhuna bağlı olan hızlanma sürecinin kural ve mantığınca yönetilmektedir. İkinci kısımda hayatımızı sıkı bir şekilde yöneten zamansal kuralları yalnızca Eleştirel Teori'nin başlangıcından değil, aynı zamanda daha yaygın olan güncel versiyonları açısından da anlamanın ve eleştirel bir analiz yapmanın hayati önemi haiz olduğu iddiasını geliştirmeye gayret edeceğim. Bu nedenle, iyi bir yaşam sürme kapasitemizi tehlikeye atan şeyin bir yandan (Honneth'in öne sürdüğü gibi) tanınma yapılarındaki bozulmalar; öte yandan (Habermas'taki gibi) iletişim yapılarındaki pürüzler olduğunu kabul edersek, tanınmanın ve (politik) iletişimin zamansallığını inceleyerek bu bozulmaların doğasına ilişkin önemli fikirler edinebiliriz. Bundan ötürü geç modern tanınma ve iletişim yapıları eleştirisinin sosyal hızlanma ile nasıl ve neden bu denli alakalı olduğunu ortaya koymaya çalışacağım. Bununla beraber daha büyük hedefim, Marx ve erken Frankfurt Ekolünün geliştirdiği ama hem Honneth hem de Habermast'ın terk ettiği eski bir eleştirel teori kavramını yeniden tesis etmektir: Yabancılaşma kavramı. Dolayısıyla mevcut ‘totaliter’ biçimiyle sosyal hızlanmanın ciddi ve ampirik (deneysel) olarak gözlemlenebilen ve geç modern toplumlardaki modern ‘iyi yaşam’ anlayışının gerçekleştirilmesinin önündeki asıl engel olarak görülebilen sosyal yabancılaşma biçimlerine yol açtığını iddia edeceğim. Bundan ötürü üçüncü (ve en önemli) kısımda yabancılaşmayı kavramsal temel taşı olarak tutan ama aynı zamanda ideoloji ve sahte ihtiyaçlar kavramlarını da yeniden yorumlamaya ve canlandırmaya çalışan ‘Eleştirel Sosyal Hızlanma Teorisi’ düşüncesinin taslağını oluşturmaya çalışacağım.

Sosyal Değişimin Hızlanması

On sekizinci yüzyıldan bu yana Batı kültüründeki, toplumundaki veya tarihindeki dinamikleşmeyi gözlemleyen yazarlar, bilim insanları, gazeteciler ve sıradan halk, genellikle teknolojideki çığır açan gelişmelerden endişelenmemişlerdir. Daha ziyade, sosyal oluşum ve yapıların yanı sıra eylem ve eğilim örüntülerini istikrarsız ve kısa süreli kılan sosyal değişim süreçlerindeki hızlanma nedeniyle hayrete düşmüşlerdir. Sosyal hızlanmanın ikinci türü işte bu sosyal birliktelik örüntülerindeki, uygulama türlerindeki ve uygulamayla ilgili bilginin özündeki dönüşümdür; yani sosyal değişimin hızlanması.

Klasik modernitede (kabaca 1850-1970 arası) yalnızca bir nesil boyunca süren bir yapı oluşmuştur: Bir çift etrafında organizedir ve onların ölümüyle dağılmaya meyillidir. Geç modernitede bir bireyin yaşamından daha kısa süren aile yaşamı döngüleri daha sıklıkla görülmektedir: Artan boşanma oranları ve yeniden evlenmeler bu iddianın en belirgin kanıtıdır. Benzer bir şekilde iş dünyasında modernite öncesinde ve erken modern toplumlarda babanın işi oğlu tarafından devralınır ve yine nesiller boyu sürerdi. Klasik modernitede ise mesleki yapılar nesille birlikte değişir: Oğullar (ve sonrasında kızlar da) kendi mesleklerini seçmede özgürdürler, fakat sıklıkla yalnızca bir kere seçerler ve yaşam boyu seçtikleri işte devam ederler. Bundan farklı olarak geç modern dönemde iş tercihleri tüm iş hayatını kapsamaz; nesillerden daha yüksek bir hızla işler değişir. Bundan dolayı Richard Sennetr'e göre ABD'de yüksek öğrenimi olan çalışanlar yaşamları süresince yaklaşık on bir iş değiştirir. Sonuç olarak Daniel Cohen'in ifade ettiği gibi ‘Kariyerine Microsoft'ta başlayan biri, kariyerini nerede bitireceğine dair en ufak bir fikir sahibi olamaz. Ford veya Renault'da başlayan biri ise aynı yerde bitireceğinden neredeyse emindir.

Yaşam Temposunun Hızlanması

Sosyal hızlanmanın en çok baskı yapan ve hayret verici yönlerinden biri muhtemelen modern (Batılı) toplumların etkileyici ve salgına dönen ‘zaman kıtlığı’dır. Modernitede sosyal aktörler, zamanı tükettikleri hissini gittikçe artan bir şekilde duymaktadır, zamanları asla yetmez. Zaman sanki bir ham madde gibidir, petrol gibi tüketilir ve bu nedenle gitgide azalır ve pahalılaşır. Zamana dair bu algı, Batı toplumlarındaki üçüncü tür hızlanmanın en önemli noktasıdır ki bu tür hızlanma ilk ikisiyle ne mantıksal olarak ne de sebep sonuç ilişkisiyle bağlantılıdır. Tam aksine ilk izlenime göre bu zaman açlığı teknolojik hızlanmayla yan yana değerlendirildiğinde tamamen paradoksaldır. Bu üçüncü hızlanma modernleşme sürecinde tekrar tekrar doğru varsayılan (sosyal) yaşam akışının hızlanmasıdır. Bir zaman birimindeki eylem veya deneyim epizodu sayısındaki artış olarak tanımlanabilir; bir başka deyişle daha az zamanda daha çok şey yapmak arzusu ya da duygusunun sonucudur. Bu itibarla kültürel hızlanma ve sözde yavaşlama ihtiyacı tartışmasının odak noktasıdır.

Peki ama yaşamın hızını nasıl ölçebiliriz?’ Kanaatimce ‘sübjektif’ veya ‘objektif’ bir yaklaşımla ölçme girişimlerinde bulunulabilir ve en umut veren rota muhtemelen ikisinin birleşimidir. ‘Sübjektif’ tarafta yaşam hızının hızlanması (zamanın hızının kendisinin aksine), bireyin yaşam deneyiminde gözlemlenen şu deneyimleri oluşturabilir: Bireylerin zamanlarını sınırlı olarak görmesine; acele içinde, zaman baskısı altında ve stresli hissetmelerine yol açar. Tipik olarak insanlar zamanın eskisinden daha hızlı aktığını hisseder ve ‘her şeyin’ çok hızlı olduğundan şikâyet ederler; sosyal yaşamın hızına ayak uyduramamaktan endişe edebilirler. Dolayısıyla, bu şikâyetin on sekizinci yüzyıldan beri modernleşmeye eşlik ediyor olması yaşamın hızının hep yüksek olduğunu kanıtlamaz; aslında ‘yaşamın hızını’ belirlemeye yaramaz ama artan hızlanmasına ipucu verir. Tahmin edeceğimiz üzere deneysel çalışmalar Batı toplumlarındaki insanların gerçekten ağır bir zaman baskısı altında olduklarını hissettiklerini ve zamanın yetersizliğinden şikâyet ettiklerini göstermektedir, Bu hislerin son on yıllarda artış gösterdiği düşünülmektedir ki bu durum ‘dijital devrim’ ve globalleşme sürecinin bir başka sosyal hızlanma dalgasına sebep olduğu iddiasını akla yatkın kılmaktadır.

Teknolojik hızlanma mantıken boş zamanda artış sağlamalıdır ki bu da yaşam akış hızını yavaşlatacak veya azından zaman kıtlığını ortadan kaldıracak ya da hafifletecektir. Teknolojik hızlanma bir görevi yapmak için gereken zamanın azalması anlamına geliyorsa o hâlde zaman bol olmalıdır. Ancak tam tersine modern toplumlarda zaman gitgide daha kısıtlı bir hâle geliyorsa bu noktada sosyolojik bir açıklama gerektiren paradoksal bir etki vardır.

Sosyal Hızlanmanın İtici Gücü

a) Sosyal Tetikleyici: Rekabet

Modern toplumda hızlanma ve büyüme süreçlerini bağlayan ve tetikleyen mekanizmaları ararken kapitalist ekonominin kazanç kuralları ve temel prensiplerinin başrolde olduğuna hiç şüphe yoktur. Benjamin Franklin'in meşhur ifadesinde yer alan basit zaman para eşitliği birden fazla yönden doğrudur. İlk olarak, çalışma süresi üretimin temel bir faktörü olduğu için zaman tasarrufu etmek maliyet tasarrufu yapmak ve rekabette avantaj kazanmak için basit ve doğrudan bir araçtır. İkinci olarak, kredi ve faiz prensipleri, yatırımcıları gelir getirisini ve sermaye sirkülasyonunu hızlandırma arayışına zorlar ki bu da yalnızca üretimi değil, aynı zamanda sirkülasyon ve tüketimi de hızlandıracaktır. Son olarak, rakiplere kıyasla hem süreç hem de ürün odaklı yenilikler noktasında önce davranmak girişimcinin rekabet gücünü sürdürebilmesi için zaruridir. Bu nedenle genelde sosyal hızlanma ve özelde teknolojik hızlanma rekabetçi kapitalist pazar sisteminin mantıksal sonucudur.

Ancak modern toplumda rekabet prensibi (büyüme odaklı) ekonomi sahasının dışına da uzanır. Aslına bakılırsa rekabet, sosyal yaşamın neredeyse tüm sahalarında dağılım tarzlarına egemendir ve modernitenin ana tanımlayıcı prensiplerinden biridir.

Bununla birlikte rekabetin belirleyici veya ayırt edici prensibinin başarı olmasından dolayı zaman ve dahası hızlanma mantığı modernitede başlıca dağılım tarzları içine gömülüdür: Başarı birim zaman başına düşen iş gücü veya iş olarak tanımlanır (fizikteki gibi; güç = iş / zaman), dolayısıyla hızlanma ve zamandan tasarruf etme doğrudan doğruya rekabette avantaj kazandırır veya herkes aynını yaparsa kişinin pozisyonunu korumasını sağlar. Rekabetin sosyal mantığına göre müsabıklar rekabet güçlerini koruyabilmek için daha da fazla enerji yatırımı yapmalıdır; ta ki rekabetçiliği sürdürmek artık kendilerinin belirlediği sınırlarda otonom bir yaşama götürmeyene, sosyal ve bireysel yaşamdaki tek kapsayıcı hedef olana dek. Sayısız gözlem (ile niteliksel deneysel çalışmalarda yapılan mülakatlarda aldığımız tekrarlayan ve neredeyse ağız birliği hâlindeki yanıtlar) ‘yerinde kalmak için daha da hızlı dans etmemiz’ veya ‘aynı yerde kalabilmek için koşabildiğimiz kadar hızlı koşmamız’ gerektiğini belirterek bunu doğrulamıştır.

b) Kültürel Motor: Sonsuzluk Vaadi

Tüm bunlarla beraber modernitede yaşayan sosyal aktörler kontrol edemedikleri hızlandırıcı dinamiklerin aciz kurbanlarından fazlasıdırlar. Hiç kazançları olmayan bir hızlanma oyununa uyum sağlamaya zorlanmalarının ötesindedir bu durum. Tam tersine hızlanmanın itici gücünün oldukça güçlü bir kültürel vaat ile de desteklendiğini iddia ediyorum. Seküler modern toplumda hızlanma, (dini) sonsuz yaşam vaadinin bir muadili olarak hizmet etmektedir.

Bu düşüncenin ardında şöyle bir mantık yatar: Kültürel kavramlarda ana odak noktası ölümden öncesi olduğu için modern toplum sekülerdir. İnsanların hâlen daha dini inanışlarının olsa da olmasa da tutkuları, arzuları ve özlemleri bu dünyanın teklifleri, seçenekleri ve zenginliklerine yönelmiştir. Batı modernizmine hâkim olan kültürel mantığa göre yaşamın zenginliği, doluluğu veya kalitesi yaşam boyunca elde edilen deneyimlerin toplamı ve derinliği ile ölçülebilir. Bu nedenle yaşamı bu şekilde kavramsallaştırdığımızda iyi bir yaşam, gerçekleştirilmiş yaşamdır, yani deneyim açısından zengin ve kapasitesi geliştirilmiş bir yaşamdır. Bu fikre göre ‘üstüm yaşam’ bizi ölüm sonrasında beklemez, bu dünyanın vadettiği uçsuz bucaksız olasılıklar arasında mümkün olduğunca çok ihtimali gerçekleştirmede yatar. Tüm zirve ve dipleriyle ve karmaşasıyla yaşamın tadına varmak modern insanın birincil tutkusu hâline gelir.

Ancak, görünen o ki dünya ne yazık ki tek bir yaşam süresince yaşanabilecekten hep daha fazla teklif sunar. Teklif edilen seçenekler hiçbir zaman bir bireyin hayatına sığmaz; Hans Blumenberg'in terimleriyle ifade edersek dünyada algılanan zaman ve bireyin yaşam süresi, modern dünyada çarpıcı bir şekilde ayrışır. Bu nedenle yaşam temposunun hızlanması, bu problemin doğal bir sonucudur: Şayet ‘iki katı hızla’ yaşarsak bir eylemi, hedefi veya deneyimi gerçekleştirmek yarı zaman alırsa, yaşam süremiz içindeki deneyimlerimizi, dolayısıyla ‘hayatımızı’ ‘iki katına’ çıkarabiliriz. Payımıza düşen veya ‘etkimiz’ yani potansiyel olarak gerçekleştirilebilen seçenekler arasından gerçekleştirdiğimiz kısmı iki katına çıkar. Kültürün bu mantığını takiben büyüme ve hızlanma dinamikleri anlaşılması güç bir iç içe geçme hâlindedir.

Bu düşünce zinciri içinde yaşamın hızını artırmaya devam edersek, nihayetinde tek bir yaşam süresi içinde hayatı tanımlayan tüm seçenekleri gerçekleştirerek çoklu yaşamlar, hatta sonsuz yaşamlar sürebiliriz. Bu nedenle hızlanma dünya zamanı ile yaşam süremiz arasındaki farkı ortadan kaldırmaya yarar. Bu nedenle modern hızlanmanın enudamonist vaadi, ‘yaşamın hızının’ hızlanması (dile dökülmemiş) sonluluk ve ölüm sorununa getirdiğimiz (yani modernitenin getirdiği) yanıttır fikrinden kaynaklanır. Nihayetinde bu anlayışın ne yazık ki vadettiklerini vermediğini söylemeye lüzum dahi yoktur: Zaman kazanmamıza yardım eden teknikler dünyalık seçeneklerin artışına yol açmıştır: Ne kadar hızlı olursak olalım, dünyadaki payımız, yani gerçekleştirdiğimiz fırsatların oranı, yani kaçırdıklarımıza kıyasla gerçekleştirdiğimiz deneyimler artmaz, aksine durmaksızın azalır. Bu durumun modern insanın trajedilerinden biri olduğunu söyleyebilirim: Acımasız bir hamster tekerleğine yakalandığını hissederken yaşama ve dünyaya duyduğu açlık dinmez, artan bir ölçekte hayal kırıklığına uğrar.

Normatif Eleştiri: İdeolojiye Yeniden Dönüş

Gizli Sosyal Zaman Normlarını Açığa Çıkarmak

Sosyologların mücadele etme gayreti gösterdikleri paradoks şudur: Modern toplum bir yandan karşılıklı birbirine bağımlılığın akıl almaz artışıyla nitelenir. Sosyal etkileşimler muazzam bir genişleme yaşayan etkileşim ve bağımlılık zinciriyle son derece karmaşık ağlarla sıkıca iç içe geçmiştir. Bu nedenle üretim ve dağıtım süreçlerinin yanı sıra eğitim ve eğlence veya siyaset ve hukuk da sayısız bireyi ve eylemlerini kapsar, çok sayıda sosyal ve mekânsal açılardan ayrı kararlardan kaynaklanır. Dolayısıyla sosyal regülasyon ve koordinasyon ihtiyacı aynı zamanda senkronizasyon ihtiyacı açıkça harikuladedir; bilinen tüm diğer toplumsal organizasyonların ihtiyaçlarının ötesine geçer. Dolayısıyla sosyal yaşamın çok katı sosyal ve etik normlarca sıkı sıkıya düzenlenip kontrol edildiği varsayılabilir ki bu normlar, bireysel davranışı tüm karşılıklı bağlılık zincirleri dışa kapalı bir şekilde bir ara veya kopma olmaksızın işlemlerini sürdürecek denli ince bir ayarla kontrol eder. Ne yazık ki toplumu normlarla düzenlemeye kalktığımızda bunu göremeyiz. Tam aksine modern toplumların (sadece kendilik algılarında değil), etik kodların asgari düzeyde sınırladığı liberal ve bireyselleşmiş toplumlar olarak işlediği görülür. Bir diğer deyişle: Bireyselleşme, liberalleşme ve çoğulculaşma birbirine bağımlı olmada gözlemlenen artışa karşılık gelen normatif süreçlerdir ve bu kavramlar vicdani sosyal düzenleme düzeyinde keskin bir düşüş anlamına gelir. Nitekim modern toplumlardaki bireyler, vicdani ve etik açıdan emsalsiz bir ‘özgürlük’ hissederler: Kimse onlara ne yapacaklarını, neye inanacaklarını, nasıl yaşayacaklarını, düşüneceklerini veya seveceklerini veya nerede ya da kiminle yaşayacaklarını söylemez. Modern liberal ideoloji perspektifinden ve bireylerin kendi bakış açılarından neredeyse hiçbir bağlayıcı sosyal, dini veya kültürel norm yoktur; muazzam sayıda iyi yaşam anlayışları vardır ve hayatın her alanında sayısız seçim arasında eşsiz bir seçim özgürlüğü mevcuttur. Dolayısıyla modern toplumlar ve bireyler haklı olarak kendilerini ‘aşırı özgür’ hissederler. Peki, bu nasıl mümkün olur? Nasıl olur da bütünüyle özgür ve aşırı derecede koordinasyon içinde, düzenlenmiş ve senkronize edilmiş olabiliriz ve ikisi de emsalsiz ölçülerdedir?

Aslına bakılırsa, modernitenin bu görünüşte paradoksunun çözümünü görmek o kadar da güç değildir.

Baskın liberal özgürlük öz algısının altında, tam tersine işaret eden, karşı konulmaz bir sosyal farkındalık vardır. Bireyler kendilerini tamamen özgür hissederken aynı zamanda sürekli artan aşırı sosyal talepler listesinin hükmü altında da hissederler. Gözlemlenen sıkı sosyal düzenleme ihtiyacına paralel olarak modern toplumlardaki aktörler heterojen baskılara ve herhangi bir başka toplumların bilmediği derecede kontrol edemedikleri taleplere maruz kaldıklarını hissederler. Batı modernitesi dışında hiçbir yerde gündelik eylemlerin mütemadiyen ‘zorunluluk’ retoriklerince meşrulaştırılmadığını söyleyebilirim: Kendimize ve başkalarına her zaman bazı dış gerekliliklere referansla hak veririz: ‘Gerçekten şimdi işe gitmek zorundayım, gerçekten vergi formlarını doldurmam lazım; zindeliğim için bir şey yapmam gerek, bir yabancı dil öğrenmem şart, donanımımı veya yazılımımı hemen güncellemeliyim, güncel haberleri takip etmeliyim.’ listenin sonu yoktur ve nihai olarak bizler gerçekten biraz rahatlatacak, sakinleştirecek ve dinlendirecek bir şeyler yapmaya ihtiyaç duyarız, aksi takdirde kalp krizi, depresyon veya tükenmişlik riskiyle karşı karşıya kalırız. Kenneth Gergen: ‘Günlük hayat, boğucu bir gereklilik denizi hâline gelmiştir.’ der ve Robinson ile Godbey elde ettikleri verilerle çok iyi bilinen ‘her sene sadece bulunduğumuz yerde kalabilmek için daha da hızlı koşmak zorundayız’ hissini doğrular.

Şimdiye kadar öne sürdüklerim, bunların bizi durmaksızın hızlanan, aman vermeyen bir hamster tekerleğinde tutan rekabetle süren hızlanma oyununun doğal bir sonucu olduğunu kanıtlamalıdır. Aynı zamanda modern toplumların muazzam karşılıklı bağımlılık zincirinin koordinasyona, regülasyona ve senkronizasyona duyduğu ihtiyacı nasıl karşıladığını da açıklar: Titizlikle zaman normlarını uygulamak, programlar ve son tarihler, acil ve ani toplantı talepleri, anlık tatmin ve tepki mantığı sayesinde ihtiyaç karşılanır. Diğer toplum ve kültürlerden bildiğimiz çoğu vicdani norm gibi bu normlar da özneler üzerinde yoğun bir suçluluk etkisi doğurur: Nihayetinde hepimiz, beklentileri karşılamadığımız için suçlu hissederiz. Neredeyse hiçbir zaman ‘yapılacaklar listesinin’ tümünü halledemeyiz, hakikaten yapılacaklar yığını hemen hemen her gün büyür. Nitekim yönetici ve seçkinlere tavsiye verme işinde çalışanların ve ‘yaşam koçları’nın artan sayısı en önemli çabalarının, danışanlarına hiçbir zaman yapılacaklar listesindeki tüm işleri bitiremeyecekleri ve e-posta hesaplarında hallolmamış mesaj bırakamayacakları gerçeği ile bunu normal ve sağlıklı bir şey olarak yorumlamayı öğretmek olduğunu gösterir. Bu durum, kısıtlayıcı dini yetiştirilme tarzı ile yaşamış bireylerdeki suçluluk kompleksleriyle çalışan psikologları hatırlatır. Kiliseler, yüzyıllar boyunca inananlara suçluluk ve utanç duygusunu yüklemekle suçlanır (ve bu, çoğu zaman oldukça yerinde bir suçlamadır). Bununla birlikte umut ve kurtuluş için araç da sağlar: Öncelikle insanoğlunun doğal olarak suçlu olduğunu ve bu nedenle zayıf olmamızın bizim bireysel kabahatimiz olmadığını öğretir, ikinci olarak da İsa Mesih, bizim günahlarımız için ölmüştür: Suçlu olabiliriz ama umut da vardır. Son olarak Weber'in de hatırlattığı gibi, Katolik kilisesi günah çıkarma ve af töreninde en azından cemaatine suçluluk duygularından kurtulacak araçlar verir. Modern toplum bunu yapmaz: Merhamet veya af olmaksızın suçlu özneler üretir. Tüm hatalarımızın bedelini ödemek zorundayızdır ve sayıları artan hamster tekerleğinden işsizlik yoluyla dışlananlar güruhu bu bedelin ne kadar büyük olabileceğini bize hatırlatır.

Etik Eleştiri 1 Modernitenin Tutulmayan Sözü

Özetle, (rekabetçi) sosyal hızlanmanın modernleştirme süreci ile (etik) özerklik ve kendi kaderini tayin (self-determination) projesi en azından prensipte karşılıklı olarak destekleyiciydi. Elbette modernite bir bakımdan hiçbir zaman vaadini yerine getirmedi: Çok sayıda insan ki muhtemelen çoğunluk, özerk olmayan istihdam koşullarının gücüyle kendi belirledikleri bir yaşamı sürmekten menedildi. Benim görüşüme göre bu durum sadece maaşlı çalışanlar için değil, işveren ve müdürler için de geçerlidir. Hiçbir zaman oyunun kurallarını kontrol edemediler, yalnızca nasıl başarılı oynayabileceklerini öğrendiler. Charles Taylor'ın iddiasına göre aile yaşamında özerk olmak uğruna iş yaşamında dışerkliğin kabul edilmesi suretiyle verilen ‘büyük taviz’ de hiçbir zaman gerçekten işe yaramadı. Bununla beraber etik özelleştirme, ekonomik kapitalizm ve demokratik siyasetten oluşan ‘modern sistem’ 20. yüzyılın son üçte birine dek ‘rüyayı canlı tutmayı’ başardı: Marcuse'un ifadesiyle ‘barışçıllaştırılmış varoluş’ vaadi büyük ekonomik gelişim, teknolojik ilerleme, herkesin iş sahibi olması, çalışma saatlerinin kısalması ve refah hâlinin genişlemesi beklentilerinin ışığında muteberdi. Hâlâ tarihin (günlük) ekonomik mücadele, varoluş kavgası ve sosyal rekabetin bireyler ve kolektif yaşam biçimi üzerindeki tayin edici gücünü yitirdiği bir noktaya doğru ilerlediği yorumu yapılabilir. Doğrusu, kapitalizmin Adam Smith'den Milton Friedman'a taraftarlarının propaganda ettiği ve paylaştıkları üzere ancak nihayetinde insanların enselerinde yokluk, eksilme ve başarısızlık tehdidi hissetmeden kendi bireysel yaşamlarının, planlarının, hayallerinin, değer ve hedeflerinin peşinden gidebilecek kadar özgür olabilecekleri denli üretken ve güçlü olacaklarına ikna olunduğunda kültürel olarak kabul edilebilir bir ekonomik sistem olabileceği anlaşılır. Bu nedenle hızlanma ve rekabet sonunda kendi kaderini tayine (self determination'a) giden yolda bir araç olarak anlaşılabilir.

Önceki bölümlerde ortaya konulan argümanlardan anlaşılacağı üzere ben geç modern ‘hızlanma toplumunda’ bu vaadin artık muteber olmadığını iddia ediyorum. Hızlanma güçleri artık özgürleştirici değil; aksine köleleştiren baskılar olarak deneyimlenmektedir. Elbette sosyal aktörler için hızlanma her zaman iki anlama da gelmiştir: bir vaat ve gereklilik. Endüstrileşme çağında çoğu insan için ilkinden ziyade ikinci anlama gelse de yine de yirminci yüzyıl boyunca hızlanma özgürleştirme potansiyeli taşımıştır. Bugün ‘globalleşen’ erken 21. yüzyılda ise vaat potansiyelini kaybetmiştir, baskı bireysel ve kolektif (demokratik) özerkliğin geçmişte kaldığı boğucu bir noktaya gelmiştir.

Daha önce de iddia ettiğim üzere, özerklik iyi bir yaşamın hedeflerini, değerlerini, paradigmasını ve uygulamalarını mümkün olduğunca dış baskı ve kısıtlamalardan bağımsız bir şekilde tanımlama vaadi olarak anlaşılabilir. Yaşamımızı ‘kör’ doğal, sosyal veya ekonomik baskılar değil; kültürel, felsefi, sosyal, ekolojik ya da dini kanaat ve iştiyaklarımızın şekillendireceği sözünü verir. Dolayısıyla sosyal hızlanma olarak modernleşme, artan sosyal dinamizm ve toplumun yükselen kinetik enerjisinin bireyleri tam da bu baskılardan özgürleştirmeye yarayacağı hakikatinden ötürü içsel olarak modernite projesine bağlıdır: Özerkliğin gerçekleştirilmesi için gerekli kaynakları hem bireysel hem de kolektif olarak üretir. Ancak sosyal hızlanmanın modernite projesinden daha güçlü olduğu ortaya çıkmıştır: Mantığının özerklik sözünün ters yönüne dönmesiyle değişmeden devam eder. Geç modern aşamada en azından Batılı toplumlarda hızlanma artık bireysel hayallerin, hedeflerin ve yaşam planlarının peşinde koşulması ile toplumun politik olarak adalet, ilerleme, sürdürülebilirlik vb. düşüncesine göre şekillendirilmesini sağlayan kaynakları güvence altına almaz; tam tersine bireysel hayaller, hedefler, arzular ve yaşam planları hızlanma makinesini beslemek için kullanılır.

Özneler için en önemli mücadele hayatlarını ‘yarışta kalma’ imkânı verecek, rekabet güçlerini koruyacak, hamster tekerleğinden düşmemelerini sağlayacak şekilde yönlendirmek ve şekillendirmektir.

Etik eleştiri 2: Gözden Geçirilmiş Yabancılaşma-Sosyal Hızlanma Neden Yabancılaşma Yaratır?

a) Mekâna Yabancılaşmak

Yabancılaşmanın özü benlik-dünya ilişkisinde gizlidir: Yabancılaşma benlik ve dünya arasındaki ilişki ile bir öznenin dünyada bulunmasının veya ‘konumlanışının’ derinden ve yapısal olarak bozulduğu bir ilişkiye işaret eder. Bedene sahip özneler olarak insanoğlu, mecburen dünyayı mekânsal uzantı olarak ve kendilerini de bir mekânda konumlanmış olarak yaşarlar. Ancak Paul Virilio ve diğer pek çoklarının gözlemlediği gibi, dijital ‘globalleşme’ çağında sosyal ve fiziksel yakınlıklar gitgide ayrışır: Sosyal olarak bize yakın olanlar artık fiziksel olarak yakın olmak zorunda değildir veya tam tersi de mümkündür. Benzer şekilde sosyal ilişki gittikçe artarak mekânsal yakınlıktan farklılaşır. Bu nedenle çoğu sosyal süreç için mekânsal konum veya yerleşim artık ilişkili veya hatta karar verici değildir. Anthony Giddens'ın ifade ettiği üzere, Zaman ve Uzam ‘yerinden edilmiş’tir. Tüm bunlar ‘mekâna yabancılaşmayı’ mecbur kılmaz fakat mümkün kılar.

b) Şeylere Yabancılaşmak

Bu şekilde şeyler uzayına geçiyoruz. Şeyler dünyası en azından iki tür nesneyi kapsar: Ürettiğimiz şeyler ile kullandığımız ya da tükettiğimiz şeyler. İnsanoğlunun her zaman hiç yoksa birkaç obje ile yakın, kurucu ilişkiler içinde olduğunu düşünüyorum. Aslına bakılırsa birlikte yaşadığımız ve onlarla çalıştığımız nesneler bir nebzeye kadar kimliğimizi belirler. Fakat şeyler dünyasıyla ilişkimizin etkileşim hızıyla değiştiğini savunuyorum. Çoraplarınızı, arabanızı ya da seyyar radyonuzu yıllar boyunca elinizde tutarsanız veya bir başka deyişle eskiyene ya da bozulana dek arabanızı, radyonuzu veya çoraplarınızı, bilgisayar veya telefonunuzu kullanırsanız bu şeyler büyük ihtimalle sizin bir parçanız olur ya da tam tersi siz onların bir parçası olursunuz. On kere tamir ettiğiniz bir arabayı ya da onardığınız bir çorabı kendinize uygun hâle getirir ve kişiselleştirirsiniz, hatta içselleştirirsiniz. Tüm duyularınızla ‘kavrarsınız’ ve deneyimlersiniz, onlar da sizin işaretlerinizi taşır. Günlük yaşam deneyiminizin, kimliğinizin ve geçmişinizin bir parçası hâline gelir. Bu şeyleri atmak kimliğinize dokunan bir eylem olur.

Artık hızlanma toplumunda nesneler tamir edilmiyor: Üretimi kolayca hızlandırabilirken, sürdürme ve servisi kayda değer ölçüde hızlandıramıyoruz. Dahası ürünler teknik olarak daha karmaşık hâle gelirken tek başımıza onlarla ilgilenebilmek için gereken pratik bilgiyi kaybediyoruz. Son olarak, sosyal değişim hızı artarken nesnelerin ‘manevi tüketimi’ fiziksel tüketimini daima geride bırakıyor: Arabaları, bilgisayarları, giysi ve telefonları fiziksel olarak eskimelerinden çok daha önce atıyoruz ve yeniliyoruz. Bununla beraber, sadece iki üç kere giydiğiniz çorap, neredeyse sadece lastiklerini değiştirmek için garajdan çıkardığınız araba ve saatini bile neredeyse hiç ayarlamadığınız cep radyonuz elbette artık kimliğinizin bir parçası olamaz. Açıkça size ‘yabancıdırlar’. Bu durum otomatik olarak yabancılaşmayla sonuçlanmak zorunda değildir, şeyler dünyasıyla ilişki kurmanın baskın veya tek yolu bu olursa yabancılaşmaya neden olur.

c) Eylemlerimize yabancılaşmak

Başlangıçta yabancılaşmayı, kendiliğinden özgür kararın ve iradenle yapsan da ‘yaptığın şeyi gerçekten istememe’ hissi olarak tanımladım. Bu nedenle işte veya evdeki sıradan bir gününüzü düşünün: Sıklıkla gerçekten işe yarar ve önemli bulduğumuz, açıkça istediğimiz bir şeyi yapma (iyi) niyetiyle bilgisayarı açarız. Örneğin ben bugün bilgisayarı hızlanma ve yabancılaşmaya dair bu kitabı yazmak için açtım. (Aslına bakılırsa gerçekten şu an bunu yapmak istediğimden çok da emin değilim, muhtemelen yeni satın aldığım yeni U2 albümünü dinlemeyi tercih ederdim ama yazım neredeyse iki yıl gecikti!) Ancak yazmaya başlamadan önce sıklıkla danıştığım bazı web sayfalarında hızlıca gezindim: CNN, Alman futbol maçları sonuçlarına ve son Progrock haberleri olan bir sayfaya göz attım. Şu anda bu gezintiyi ‘gerçekten’ istediğimden emin değilim -yaptığımda garip bir his yaşamıştım ve bu hafif memnuniyetsizlik hissi her ‘tık’la birlikte arttı- zira âdeta hiçbir makaleyi sonuna kadar okuyup bitirmedim. Yine de bunun benim kişisel sorunum olduğunu söyleyebilirsiniz, irade zayıflığından kaynaklanır ve yabancılaştırıcı sosyal yapılarla bir alakası yoktur. Ben de bu yabancılaştırıcı, emici hissin ta kendisinin milyonlar veya milyarlarca internet kullanıcısı tarafından paylaşıldığını ve bu nedenle benim kişisel zayıflığıma pek de atfedilemeyeceğini söyleyerek karşı çıkabilirim. Fakat şimdilik suçlamayı kabul ediyorum. Bir sonraki adımda işler gerçekten kötü bir hâle geldi: E-posta hesabımı kontrol ettim. Sonraki yaklaşık doksan dakika boyunca açıkça gerçekten istemediğim şeyler yaptım. Okuyucular neden bahsettiğimi zaten biliyorlar, bu nedenle detaylara girmeyeceğim: Kitabımı yazmak istedim fakat bunun yerine türlü türlü dosyalar ve yanıtlar gönderdim, daha önce yapmadığım bir sürü üzüntü ve hususa ‘bulaştım’. Nihayetinde kitap için geriye yalnızca otuz dakika kaldı.

Ancak bu tür ‘gerçekten istediğimiz’ şeylere karşı ‘dikkat dağıtıcılar’ (ve dağılmalar) yalnızca teknoloji ile alakalı aktivitelerde görülmez. İşle ilgili neredeyse tüm durumlarda çalışanlar (ve de işverenler) gerçekten ‘işin özüne’ ayrılan zamanlarının küçüldüğünden şikâyetçidirler: Bu durum doktorların hastalarıyla olan, öğretmenlerin eğitim öğretim için geçen, bilim insanlarının araştırmaya harcadıkları vb. zaman için de geçerlidir. Nihayetinde ‘yapmak istediğimiz’ şeyi hiç ‘yapmıyor olduğumuz’ gerçeği sadece Birinci Kısım'da gözlemlediğim her alanda ‘yapılacaklar listesinin’ her geçen yıl artmasından kaynaklanır. ‘Zorunluluk retorikleri’ yabancılaşmanın içgüdüsel hissine oldukça açık bir şekilde dikkat çeker: Ne yaparsak yapalım özürümsü ‘Gerçekten şimdi (haberleri okumak, bilgisayarımı güncellemek, vergi formunu doldurmak, yeni elbise almak vs.) yapmalıyım’ ifadeleriyle gerekçelendirmeye çalışmamız bu aktiviteleri dışerklik olarak deneyimlediğimizin apaçık bir göstergesidir. Bu da sonrasında araştırmacıların neredeyse tüm gelişmiş ülkelerde hemen hemen tüm sosyal gruplardan insanlardan aldıkları yapmayı en çok sevdikleri şeyler için gereken zamanı ‘gerçekten hiç bulamama’ şikâyetine istatistiksel olarak yansır. ‘ İlginç bir şekilde bu his izlemek (veya internette gezinmek) için günde üç veya daha fazla saati bulan insanlar arasında bile yaygın bir histir! Elbette durum buysa o hâlde insanların aslında ve ‘gerçekten’ televizyon izlemeyi, en çok tercih edeceklerini iddia ettiği şeylere karşı (örn. keman çalmak, yürüyüş yapmak, arkadaşları ziyaret etmek veya bir Wagner operasına gitmek) tercih ettiklerini söyleyebilirsiniz. Fakat durum böyle değildir: Duygular ve eylemlerin eğlenceli olma düzeylerine dair yapılan araştırmaların verileri insanların bu diğer aktivitelere sahiden katılım gösterdiklerinde gerçekten daha çok eğlendiklerini açıkça göstermektedir. Öte yandan televizyon izlemenin eğlenme ve tatmin düzeyi ise çarpıcı bir şekilde düşüktür. Buna rağmen bu ilginç bulguyu insanların açıkça ‘gerçekten yapmak istedikleri’ şeyi nadiren yaptıkları şeklinde yorumlayabiliriz; insanlar daha ziyade -bir zorunluluk olmaksızın- çok da sevmedikleri aktivitelerle meşgul olurlar. O hâlde bu durum neredeyse yukarıda tanımlandığı üzere yabancılaşma paradigmasının bir olayıdır: İnsanlar ‘gerçekten’ yapmak istemedikleri şeyleri gönüllü olarak yaparlar.

Kanaatimce bu ilginç ve oldukça yeni eylemlerimizden yabancılaşma biçimi de rekabet ve hızlanmanın sebep olduğu bir sonucudur. Hızın tahakkümüyle yapılanan bir dünyada yalnızca kısa vadeli arzularımızı (televizyon izlemekteki gibi) uzun vadeli biçimlerine (keman çalmak) tercih etmemiz önerilmez; ayrıca yukarıda da öne sürdüğüm üzere, metalar yerine ‘potansiyalite’ satın almaya yönlendiriliriz bu sayede vazgeçtiğimiz gerçek ‘tüketimi’ artan ‘alışveriş’ ile telafi ederiz: Karamazov Kardeşleri okumaya zaman ayırmayız veya bulamayız ama bunun yerine Dostoyevski'nin Budala'sını da satın alırız; teleskopumuzu nasıl kullanacağımızı öğrenmek için vakit ayırmayız (bu çok aşırı vakit alır: Aleti çıkarmayı planladığın her beş gecenin dördünde bulutlar görüş alanını örter, beşinci gece dondurucu bir soğuk vardır, altıncı gece iyi hissetmezsin, yedinci gece gerçekten çıkarsın fakat çok geçmeden gökyüzünü gördüğün küçücük mercekle ayı bulmanın aşırı zor olduğunu idrak edersin), bunun yerine yeni bir kamera satın alır ve teleskopumuzun merceklerini teorik olarak düzeltebiliriz. Dolayısıyla potansiyel gücümüz, seçeneklerimiz ve erişilebilirliğimiz durmaksızın artarken asıl veya ‘gerçek’ kapasitemiz gitgide daha çok düşer. Eskiden olduğundan daha fazla kitaba, CD'ye, DVD'ye, teleskoba, piyanoya vb. sahibiz ama onları sindiremiyoruz. Çünkü ‘sindirmek’ çok fazla zaman alır ve biz artan bir zamanı yakalama dürtüsü hissetmekteyiz, gerçekleştirilmemiş tüketimlerimizi alışverişi artırarak telafi ediyoruz. Ekonomi için iyi, iyi bir yaşam için kötü ve açıkça ‘sahte ihtiyaçlar’ kavramını gözden geçirmek için en umut vadeden başlangıç noktası. Nihayetinde ‘aslında ne yapmak istediğimizi ve kim olmak istediğimizi unutmaya meyilliyiz ‘yapılacaklar listesi’ üzerinde çalışmak ve anlık tatmin veren tüketici aktiviteleriyle (alışveriş yapmak veya televizyon izlemek) meşgul olmak o kadar baskındır ki kendimize dair ‘otantik’ ya da sevimli olan şeylere ilişkin fikrimizi yitiririz. Tüm bunlar yabancılaşmanın iki ayrı türüne daha dikkat çekerler: Bir yandan kendine yabancılaşma, öte yandan oldukça özgün bir tür olan zamana yabancılaşma.

 

Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı : 393 / Eylül 2023