İnsanlığa dünyada cennet vaadeden modernizm, dünya zamanı ile yaşam süremiz arasındaki farkı ortadan kaldırabilmek, tek bir yaşam süresi içinde hayatı tanımlayan tüm seçenekleri gerçekleştirerek çoklu yaşamlar, hatta sonsuz yaşamlar sürebilmek için yaşam hızını arttırmayı vaazeder. Oysa ne kadar hızlı olursak olalım, dünyadaki payımız, yani gerçekleştirdiğimiz fırsatların oranı, kaçırdıklarımıza kıyasla gerçekleştirdiğimiz deneyimler ise durmaksızın azalır. Acımasız bir hamster tekerleğine yakalandığını hissederken yaşama ve dünyaya duyduğu açlıkla birlikte artan hayal kırıklıkları modern insanın en büyük trajedilerindendir.
![]() |
Yabancılaşma
ve Hızlanma |
Giriş
Bu kitap, modern yaşam üzerine bir
incelemedir. Eksiksiz bir bilimsel veya felsefi kesinliğe ulaşmayı
hedeflememektedir ancak geç modern toplumlardaki insanların sosyal deneyimleri
ile yeniden bağlantı kurmak amacıyla sosyal felsefe ve sosyoloji açısından
‘doğru’ türden soruları aramaktadır.
Açıkça ifade etmek gerekirse iddiam şudur:
Yaşamımızın yapısını ve kalitesini incelemenin bir yolu zamansal kalıplara
odaklanmaktır. Zaman perspektifinden yalnızca yaşamın hemen hemen tüm yönleri
anlaşılır bir şekilde ele alınmaz, bunun ötesinde zamansal yapılar toplumun
mikro ve makro düzeyleri arasında da bağlantı kurar. Örneğin, eylemlerimiz ve
yönelimlerimiz zaman normları, teslim tarihleri ve düzenlemeleri tarafından
koordine edilir ve modern kapitalist toplumun ‘sistemsel zorunlulukları’na
uydurulur. Dolayısıyla, modern toplumların etik bakımından açıklanmayan katı
bir zaman rejimince düzenlendiğini, koordine edildiğini ve hâkimiyet altına
alındığını iddia ediyorum. Dolayısıyla, modern şahıslar üzerinde etik kural ve
yaptırımların asgari düzeyde kısıtlayıcı olmasından ötürü modern bireyler
‘özgür’ olarak tanımlanabilir; buna karşın söz konusu modern bireyler
çoğunlukla görünmez, politikayla ilişkili olmayan, üzerinde tartışılmamış,
yeterli ölçüde teorileştirilmemiş ve açıklığa kavuşturulmamış zaman rejimleri
tarafından sıkı bir şekilde düzenlenmiş, domine edilmiş ve baskılanmıştırlar.
Bu zaman rejimi bütüncül tek bir kavram altında analiz edilebilir: Sosyal
hızlanma mantığı. Bu nedenle kitabın ilk kısmında modem zaman yapılarının
oldukça belirli ve önceden saptanmış bir şekilde değiştiğini öne süreceğim;
modern zaman yapıları inkâr kabul etmez şekilde modernite kavramına ve ruhuna
bağlı olan hızlanma sürecinin kural ve mantığınca yönetilmektedir. İkinci
kısımda hayatımızı sıkı bir şekilde yöneten zamansal kuralları yalnızca
Eleştirel Teori'nin başlangıcından değil, aynı zamanda daha yaygın olan güncel
versiyonları açısından da anlamanın ve eleştirel bir analiz yapmanın hayati
önemi haiz olduğu iddiasını geliştirmeye gayret edeceğim. Bu nedenle, iyi bir yaşam
sürme kapasitemizi tehlikeye atan şeyin bir yandan (Honneth'in öne sürdüğü
gibi) tanınma yapılarındaki bozulmalar; öte yandan (Habermas'taki gibi)
iletişim yapılarındaki pürüzler olduğunu kabul edersek, tanınmanın ve (politik)
iletişimin zamansallığını inceleyerek bu bozulmaların doğasına ilişkin önemli
fikirler edinebiliriz. Bundan ötürü geç modern tanınma ve iletişim yapıları
eleştirisinin sosyal hızlanma ile nasıl ve neden bu denli alakalı olduğunu
ortaya koymaya çalışacağım. Bununla beraber daha büyük hedefim, Marx ve erken
Frankfurt Ekolünün geliştirdiği ama hem Honneth hem de Habermast'ın terk ettiği
eski bir eleştirel teori kavramını yeniden tesis etmektir: Yabancılaşma
kavramı. Dolayısıyla mevcut ‘totaliter’ biçimiyle sosyal hızlanmanın ciddi ve ampirik
(deneysel) olarak gözlemlenebilen ve geç modern toplumlardaki modern ‘iyi
yaşam’ anlayışının gerçekleştirilmesinin önündeki asıl engel olarak görülebilen
sosyal yabancılaşma biçimlerine yol açtığını iddia edeceğim. Bundan ötürü
üçüncü (ve en önemli) kısımda yabancılaşmayı kavramsal temel taşı olarak tutan
ama aynı zamanda ideoloji ve sahte ihtiyaçlar kavramlarını da yeniden
yorumlamaya ve canlandırmaya çalışan ‘Eleştirel Sosyal Hızlanma Teorisi’
düşüncesinin taslağını oluşturmaya çalışacağım.
Sosyal Değişimin
Hızlanması
On sekizinci yüzyıldan bu yana Batı
kültüründeki, toplumundaki veya tarihindeki dinamikleşmeyi gözlemleyen
yazarlar, bilim insanları, gazeteciler ve sıradan halk, genellikle
teknolojideki çığır açan gelişmelerden endişelenmemişlerdir. Daha ziyade,
sosyal oluşum ve yapıların yanı sıra eylem ve eğilim örüntülerini istikrarsız
ve kısa süreli kılan sosyal değişim süreçlerindeki hızlanma nedeniyle hayrete
düşmüşlerdir. Sosyal hızlanmanın ikinci türü işte bu sosyal birliktelik
örüntülerindeki, uygulama türlerindeki ve uygulamayla ilgili bilginin özündeki
dönüşümdür; yani sosyal değişimin hızlanması.
Klasik modernitede (kabaca 1850-1970
arası) yalnızca bir nesil boyunca süren bir yapı oluşmuştur: Bir çift etrafında
organizedir ve onların ölümüyle dağılmaya meyillidir. Geç modernitede bir
bireyin yaşamından daha kısa süren aile yaşamı döngüleri daha sıklıkla
görülmektedir: Artan boşanma oranları ve yeniden evlenmeler bu iddianın en
belirgin kanıtıdır. Benzer bir şekilde iş dünyasında modernite öncesinde ve
erken modern toplumlarda babanın işi oğlu tarafından devralınır ve yine
nesiller boyu sürerdi. Klasik modernitede ise mesleki yapılar nesille birlikte
değişir: Oğullar (ve sonrasında kızlar da) kendi mesleklerini seçmede
özgürdürler, fakat sıklıkla yalnızca bir kere seçerler ve yaşam boyu seçtikleri
işte devam ederler. Bundan farklı olarak geç modern dönemde iş tercihleri tüm
iş hayatını kapsamaz; nesillerden daha yüksek bir hızla işler değişir. Bundan
dolayı Richard Sennetr'e göre ABD'de yüksek öğrenimi olan çalışanlar yaşamları
süresince yaklaşık on bir iş değiştirir. Sonuç olarak Daniel Cohen'in ifade
ettiği gibi ‘Kariyerine Microsoft'ta başlayan biri, kariyerini nerede
bitireceğine dair en ufak bir fikir sahibi olamaz. Ford veya Renault'da
başlayan biri ise aynı yerde bitireceğinden neredeyse emindir.
Yaşam Temposunun
Hızlanması
Sosyal hızlanmanın en çok baskı yapan ve
hayret verici yönlerinden biri muhtemelen modern (Batılı) toplumların
etkileyici ve salgına dönen ‘zaman kıtlığı’dır. Modernitede sosyal aktörler,
zamanı tükettikleri hissini gittikçe artan bir şekilde duymaktadır, zamanları
asla yetmez. Zaman sanki bir ham madde gibidir, petrol gibi tüketilir ve bu
nedenle gitgide azalır ve pahalılaşır. Zamana dair bu algı, Batı
toplumlarındaki üçüncü tür hızlanmanın en önemli noktasıdır ki bu tür hızlanma
ilk ikisiyle ne mantıksal olarak ne de sebep sonuç ilişkisiyle bağlantılıdır.
Tam aksine ilk izlenime göre bu zaman açlığı teknolojik hızlanmayla yan yana
değerlendirildiğinde tamamen paradoksaldır. Bu üçüncü hızlanma modernleşme
sürecinde tekrar tekrar doğru varsayılan (sosyal) yaşam akışının hızlanmasıdır.
Bir zaman birimindeki eylem veya deneyim epizodu sayısındaki artış olarak
tanımlanabilir; bir başka deyişle daha az zamanda daha çok şey yapmak arzusu ya
da duygusunun sonucudur. Bu itibarla kültürel hızlanma ve sözde yavaşlama ihtiyacı
tartışmasının odak noktasıdır.
Peki ama yaşamın hızını nasıl
ölçebiliriz?’ Kanaatimce ‘sübjektif’ veya ‘objektif’ bir yaklaşımla ölçme
girişimlerinde bulunulabilir ve en umut veren rota muhtemelen ikisinin
birleşimidir. ‘Sübjektif’ tarafta yaşam hızının hızlanması (zamanın hızının kendisinin
aksine), bireyin yaşam deneyiminde gözlemlenen şu deneyimleri oluşturabilir:
Bireylerin zamanlarını sınırlı olarak görmesine; acele içinde, zaman baskısı
altında ve stresli hissetmelerine yol açar. Tipik olarak insanlar zamanın
eskisinden daha hızlı aktığını hisseder ve ‘her şeyin’ çok hızlı olduğundan
şikâyet ederler; sosyal yaşamın hızına ayak uyduramamaktan endişe edebilirler.
Dolayısıyla, bu şikâyetin on sekizinci yüzyıldan beri modernleşmeye eşlik
ediyor olması yaşamın hızının hep yüksek olduğunu kanıtlamaz; aslında ‘yaşamın
hızını’ belirlemeye yaramaz ama artan hızlanmasına ipucu verir. Tahmin
edeceğimiz üzere deneysel çalışmalar Batı toplumlarındaki insanların gerçekten
ağır bir zaman baskısı altında olduklarını hissettiklerini ve zamanın yetersizliğinden
şikâyet ettiklerini göstermektedir, Bu hislerin son on yıllarda artış
gösterdiği düşünülmektedir ki bu durum ‘dijital devrim’ ve globalleşme
sürecinin bir başka sosyal hızlanma dalgasına sebep olduğu iddiasını akla
yatkın kılmaktadır.
Teknolojik hızlanma mantıken boş zamanda
artış sağlamalıdır ki bu da yaşam akış hızını yavaşlatacak veya azından zaman
kıtlığını ortadan kaldıracak ya da hafifletecektir. Teknolojik hızlanma bir
görevi yapmak için gereken zamanın azalması anlamına geliyorsa o hâlde zaman
bol olmalıdır. Ancak tam tersine modern toplumlarda zaman gitgide daha kısıtlı
bir hâle geliyorsa bu noktada sosyolojik bir açıklama gerektiren paradoksal bir
etki vardır.
Sosyal Hızlanmanın İtici
Gücü
a) Sosyal Tetikleyici:
Rekabet
Modern toplumda hızlanma ve büyüme
süreçlerini bağlayan ve tetikleyen mekanizmaları ararken kapitalist ekonominin
kazanç kuralları ve temel prensiplerinin başrolde olduğuna hiç şüphe yoktur.
Benjamin Franklin'in meşhur ifadesinde yer alan basit zaman para eşitliği
birden fazla yönden doğrudur. İlk olarak, çalışma süresi üretimin temel bir
faktörü olduğu için zaman tasarrufu etmek maliyet tasarrufu yapmak ve rekabette
avantaj kazanmak için basit ve doğrudan bir araçtır. İkinci olarak, kredi ve
faiz prensipleri, yatırımcıları gelir getirisini ve sermaye sirkülasyonunu
hızlandırma arayışına zorlar ki bu da yalnızca üretimi değil, aynı zamanda
sirkülasyon ve tüketimi de hızlandıracaktır. Son olarak, rakiplere kıyasla hem
süreç hem de ürün odaklı yenilikler noktasında önce davranmak girişimcinin
rekabet gücünü sürdürebilmesi için zaruridir. Bu nedenle genelde sosyal
hızlanma ve özelde teknolojik hızlanma rekabetçi kapitalist pazar sisteminin
mantıksal sonucudur.
Ancak modern toplumda rekabet prensibi
(büyüme odaklı) ekonomi sahasının dışına da uzanır. Aslına bakılırsa rekabet,
sosyal yaşamın neredeyse tüm sahalarında dağılım tarzlarına egemendir ve
modernitenin ana tanımlayıcı prensiplerinden biridir.
Bununla birlikte rekabetin belirleyici
veya ayırt edici prensibinin başarı olmasından dolayı zaman ve dahası hızlanma
mantığı modernitede başlıca dağılım tarzları içine gömülüdür: Başarı birim
zaman başına düşen iş gücü veya iş olarak tanımlanır (fizikteki gibi; güç = iş
/ zaman), dolayısıyla hızlanma ve zamandan tasarruf etme doğrudan doğruya
rekabette avantaj kazandırır veya herkes aynını yaparsa kişinin pozisyonunu
korumasını sağlar. Rekabetin sosyal mantığına göre müsabıklar rekabet güçlerini
koruyabilmek için daha da fazla enerji yatırımı yapmalıdır; ta ki rekabetçiliği
sürdürmek artık kendilerinin belirlediği sınırlarda otonom bir yaşama
götürmeyene, sosyal ve bireysel yaşamdaki tek kapsayıcı hedef olana dek.
Sayısız gözlem (ile niteliksel deneysel çalışmalarda yapılan mülakatlarda
aldığımız tekrarlayan ve neredeyse ağız birliği hâlindeki yanıtlar) ‘yerinde
kalmak için daha da hızlı dans etmemiz’ veya ‘aynı yerde kalabilmek için koşabildiğimiz
kadar hızlı koşmamız’ gerektiğini belirterek bunu doğrulamıştır.
b) Kültürel Motor:
Sonsuzluk Vaadi
Tüm bunlarla beraber modernitede yaşayan
sosyal aktörler kontrol edemedikleri hızlandırıcı dinamiklerin aciz
kurbanlarından fazlasıdırlar. Hiç kazançları olmayan bir hızlanma oyununa uyum
sağlamaya zorlanmalarının ötesindedir bu durum. Tam tersine hızlanmanın itici
gücünün oldukça güçlü bir kültürel vaat ile de desteklendiğini iddia ediyorum.
Seküler modern toplumda hızlanma, (dini) sonsuz yaşam vaadinin bir muadili
olarak hizmet etmektedir.
Bu düşüncenin ardında şöyle bir mantık
yatar: Kültürel kavramlarda ana odak noktası ölümden öncesi olduğu için modern
toplum sekülerdir. İnsanların hâlen daha dini inanışlarının olsa da olmasa da
tutkuları, arzuları ve özlemleri bu dünyanın teklifleri, seçenekleri ve
zenginliklerine yönelmiştir. Batı modernizmine hâkim olan kültürel mantığa göre
yaşamın zenginliği, doluluğu veya kalitesi yaşam boyunca elde edilen
deneyimlerin toplamı ve derinliği ile ölçülebilir. Bu nedenle yaşamı bu şekilde
kavramsallaştırdığımızda iyi bir yaşam, gerçekleştirilmiş yaşamdır, yani
deneyim açısından zengin ve kapasitesi geliştirilmiş bir yaşamdır. Bu fikre
göre ‘üstüm yaşam’ bizi ölüm sonrasında beklemez, bu dünyanın vadettiği uçsuz
bucaksız olasılıklar arasında mümkün olduğunca çok ihtimali gerçekleştirmede
yatar. Tüm zirve ve dipleriyle ve karmaşasıyla yaşamın tadına varmak modern
insanın birincil tutkusu hâline gelir.
Ancak, görünen o ki dünya ne yazık ki tek
bir yaşam süresince yaşanabilecekten hep daha fazla teklif sunar. Teklif edilen
seçenekler hiçbir zaman bir bireyin hayatına sığmaz; Hans Blumenberg'in
terimleriyle ifade edersek dünyada algılanan zaman ve bireyin yaşam süresi,
modern dünyada çarpıcı bir şekilde ayrışır. Bu nedenle yaşam temposunun
hızlanması, bu problemin doğal bir sonucudur: Şayet ‘iki katı hızla’ yaşarsak
bir eylemi, hedefi veya deneyimi gerçekleştirmek yarı zaman alırsa, yaşam
süremiz içindeki deneyimlerimizi, dolayısıyla ‘hayatımızı’ ‘iki katına’
çıkarabiliriz. Payımıza düşen veya ‘etkimiz’ yani potansiyel olarak
gerçekleştirilebilen seçenekler arasından gerçekleştirdiğimiz kısmı iki katına
çıkar. Kültürün bu mantığını takiben büyüme ve hızlanma dinamikleri anlaşılması
güç bir iç içe geçme hâlindedir.
Bu düşünce zinciri içinde yaşamın hızını
artırmaya devam edersek, nihayetinde tek bir yaşam süresi içinde hayatı
tanımlayan tüm seçenekleri gerçekleştirerek çoklu yaşamlar, hatta sonsuz
yaşamlar sürebiliriz. Bu nedenle hızlanma dünya zamanı ile yaşam süremiz
arasındaki farkı ortadan kaldırmaya yarar. Bu nedenle modern hızlanmanın
enudamonist vaadi, ‘yaşamın hızının’ hızlanması (dile dökülmemiş)
sonluluk ve ölüm sorununa getirdiğimiz (yani modernitenin getirdiği) yanıttır
fikrinden kaynaklanır. Nihayetinde bu anlayışın ne yazık ki vadettiklerini
vermediğini söylemeye lüzum dahi yoktur: Zaman kazanmamıza yardım eden
teknikler dünyalık seçeneklerin artışına yol açmıştır: Ne kadar hızlı olursak
olalım, dünyadaki payımız, yani gerçekleştirdiğimiz fırsatların oranı, yani
kaçırdıklarımıza kıyasla gerçekleştirdiğimiz deneyimler artmaz, aksine
durmaksızın azalır. Bu durumun modern insanın trajedilerinden biri
olduğunu söyleyebilirim: Acımasız bir hamster tekerleğine yakalandığını
hissederken yaşama ve dünyaya duyduğu açlık dinmez, artan bir ölçekte hayal
kırıklığına uğrar.
Normatif Eleştiri:
İdeolojiye Yeniden Dönüş
Gizli Sosyal Zaman
Normlarını Açığa Çıkarmak
Sosyologların mücadele etme gayreti
gösterdikleri paradoks şudur: Modern toplum bir yandan karşılıklı birbirine
bağımlılığın akıl almaz artışıyla nitelenir. Sosyal etkileşimler muazzam bir
genişleme yaşayan etkileşim ve bağımlılık zinciriyle son derece karmaşık
ağlarla sıkıca iç içe geçmiştir. Bu nedenle üretim ve dağıtım süreçlerinin yanı
sıra eğitim ve eğlence veya siyaset ve hukuk da sayısız bireyi ve eylemlerini
kapsar, çok sayıda sosyal ve mekânsal açılardan ayrı kararlardan kaynaklanır.
Dolayısıyla sosyal regülasyon ve koordinasyon ihtiyacı aynı zamanda
senkronizasyon ihtiyacı açıkça harikuladedir; bilinen tüm diğer toplumsal
organizasyonların ihtiyaçlarının ötesine geçer. Dolayısıyla sosyal yaşamın çok
katı sosyal ve etik normlarca sıkı sıkıya düzenlenip kontrol edildiği
varsayılabilir ki bu normlar, bireysel davranışı tüm karşılıklı bağlılık
zincirleri dışa kapalı bir şekilde bir ara veya kopma olmaksızın işlemlerini
sürdürecek denli ince bir ayarla kontrol eder. Ne yazık ki toplumu normlarla
düzenlemeye kalktığımızda bunu göremeyiz. Tam aksine modern toplumların (sadece
kendilik algılarında değil), etik kodların asgari düzeyde sınırladığı liberal
ve bireyselleşmiş toplumlar olarak işlediği görülür. Bir diğer deyişle:
Bireyselleşme, liberalleşme ve çoğulculaşma birbirine bağımlı olmada
gözlemlenen artışa karşılık gelen normatif süreçlerdir ve bu kavramlar vicdani
sosyal düzenleme düzeyinde keskin bir düşüş anlamına gelir. Nitekim modern
toplumlardaki bireyler, vicdani ve etik açıdan emsalsiz bir ‘özgürlük’
hissederler: Kimse onlara ne yapacaklarını, neye inanacaklarını, nasıl
yaşayacaklarını, düşüneceklerini veya seveceklerini veya nerede ya da kiminle
yaşayacaklarını söylemez. Modern liberal ideoloji perspektifinden ve bireylerin
kendi bakış açılarından neredeyse hiçbir bağlayıcı sosyal, dini veya kültürel
norm yoktur; muazzam sayıda iyi yaşam anlayışları vardır ve hayatın her
alanında sayısız seçim arasında eşsiz bir seçim özgürlüğü mevcuttur.
Dolayısıyla modern toplumlar ve bireyler haklı olarak kendilerini ‘aşırı özgür’
hissederler. Peki, bu nasıl mümkün olur? Nasıl olur da bütünüyle özgür ve aşırı
derecede koordinasyon içinde, düzenlenmiş ve senkronize edilmiş olabiliriz ve
ikisi de emsalsiz ölçülerdedir?
Aslına bakılırsa, modernitenin bu
görünüşte paradoksunun çözümünü görmek o kadar da güç değildir.
Baskın liberal özgürlük öz algısının
altında, tam tersine işaret eden, karşı konulmaz bir sosyal farkındalık vardır.
Bireyler kendilerini tamamen özgür hissederken aynı zamanda sürekli artan aşırı
sosyal talepler listesinin hükmü altında da hissederler. Gözlemlenen sıkı
sosyal düzenleme ihtiyacına paralel olarak modern toplumlardaki aktörler
heterojen baskılara ve herhangi bir başka toplumların bilmediği derecede
kontrol edemedikleri taleplere maruz kaldıklarını hissederler. Batı modernitesi
dışında hiçbir yerde gündelik eylemlerin mütemadiyen ‘zorunluluk’
retoriklerince meşrulaştırılmadığını söyleyebilirim: Kendimize ve başkalarına
her zaman bazı dış gerekliliklere referansla hak veririz: ‘Gerçekten
şimdi işe gitmek zorundayım, gerçekten vergi formlarını doldurmam lazım;
zindeliğim için bir şey yapmam gerek, bir yabancı dil öğrenmem şart, donanımımı
veya yazılımımı hemen güncellemeliyim, güncel haberleri takip etmeliyim.’ listenin
sonu yoktur ve nihai olarak bizler gerçekten biraz rahatlatacak,
sakinleştirecek ve dinlendirecek bir şeyler yapmaya ihtiyaç duyarız, aksi
takdirde kalp krizi, depresyon veya tükenmişlik riskiyle karşı karşıya kalırız.
Kenneth Gergen: ‘Günlük hayat, boğucu bir gereklilik denizi hâline
gelmiştir.’ der ve Robinson ile Godbey elde ettikleri verilerle çok iyi
bilinen ‘her sene sadece bulunduğumuz yerde kalabilmek için daha da
hızlı koşmak zorundayız’ hissini doğrular.
Şimdiye kadar öne sürdüklerim, bunların
bizi durmaksızın hızlanan, aman vermeyen bir hamster tekerleğinde tutan
rekabetle süren hızlanma oyununun doğal bir sonucu olduğunu kanıtlamalıdır.
Aynı zamanda modern toplumların muazzam karşılıklı bağımlılık zincirinin
koordinasyona, regülasyona ve senkronizasyona duyduğu ihtiyacı nasıl
karşıladığını da açıklar: Titizlikle zaman normlarını uygulamak, programlar ve
son tarihler, acil ve ani toplantı talepleri, anlık tatmin ve tepki mantığı
sayesinde ihtiyaç karşılanır. Diğer toplum ve kültürlerden bildiğimiz çoğu
vicdani norm gibi bu normlar da özneler üzerinde yoğun bir suçluluk etkisi
doğurur: Nihayetinde hepimiz, beklentileri karşılamadığımız için suçlu
hissederiz. Neredeyse hiçbir zaman ‘yapılacaklar listesinin’ tümünü
halledemeyiz, hakikaten yapılacaklar yığını hemen hemen her gün büyür. Nitekim
yönetici ve seçkinlere tavsiye verme işinde çalışanların ve ‘yaşam koçları’nın
artan sayısı en önemli çabalarının, danışanlarına hiçbir zaman yapılacaklar
listesindeki tüm işleri bitiremeyecekleri ve e-posta hesaplarında hallolmamış
mesaj bırakamayacakları gerçeği ile bunu normal ve sağlıklı bir şey olarak
yorumlamayı öğretmek olduğunu gösterir. Bu durum, kısıtlayıcı dini yetiştirilme
tarzı ile yaşamış bireylerdeki suçluluk kompleksleriyle çalışan psikologları
hatırlatır. Kiliseler, yüzyıllar boyunca inananlara suçluluk ve utanç duygusunu
yüklemekle suçlanır (ve bu, çoğu zaman oldukça yerinde bir suçlamadır). Bununla
birlikte umut ve kurtuluş için araç da sağlar: Öncelikle insanoğlunun doğal
olarak suçlu olduğunu ve bu nedenle zayıf olmamızın bizim bireysel kabahatimiz
olmadığını öğretir, ikinci olarak da İsa Mesih, bizim günahlarımız için
ölmüştür: Suçlu olabiliriz ama umut da vardır. Son olarak Weber'in de
hatırlattığı gibi, Katolik kilisesi günah çıkarma ve af töreninde en azından
cemaatine suçluluk duygularından kurtulacak araçlar verir. Modern toplum bunu
yapmaz: Merhamet veya af olmaksızın suçlu özneler üretir. Tüm hatalarımızın
bedelini ödemek zorundayızdır ve sayıları artan hamster tekerleğinden işsizlik
yoluyla dışlananlar güruhu bu bedelin ne kadar büyük olabileceğini bize
hatırlatır.
Etik Eleştiri 1
Modernitenin Tutulmayan Sözü
Özetle, (rekabetçi) sosyal hızlanmanın
modernleştirme süreci ile (etik) özerklik ve kendi kaderini tayin
(self-determination) projesi en azından prensipte karşılıklı olarak
destekleyiciydi. Elbette modernite bir bakımdan hiçbir zaman vaadini yerine
getirmedi: Çok sayıda insan ki muhtemelen çoğunluk, özerk olmayan istihdam
koşullarının gücüyle kendi belirledikleri bir yaşamı sürmekten menedildi. Benim
görüşüme göre bu durum sadece maaşlı çalışanlar için değil, işveren ve müdürler
için de geçerlidir. Hiçbir zaman oyunun kurallarını kontrol edemediler,
yalnızca nasıl başarılı oynayabileceklerini öğrendiler. Charles Taylor'ın
iddiasına göre aile yaşamında özerk olmak uğruna iş yaşamında dışerkliğin kabul
edilmesi suretiyle verilen ‘büyük taviz’ de hiçbir zaman gerçekten işe
yaramadı. Bununla beraber etik özelleştirme, ekonomik kapitalizm ve demokratik
siyasetten oluşan ‘modern sistem’ 20. yüzyılın son üçte birine dek ‘rüyayı
canlı tutmayı’ başardı: Marcuse'un ifadesiyle ‘barışçıllaştırılmış varoluş’
vaadi büyük ekonomik gelişim, teknolojik ilerleme, herkesin iş sahibi olması,
çalışma saatlerinin kısalması ve refah hâlinin genişlemesi beklentilerinin
ışığında muteberdi. Hâlâ tarihin (günlük) ekonomik mücadele, varoluş kavgası ve
sosyal rekabetin bireyler ve kolektif yaşam biçimi üzerindeki tayin edici
gücünü yitirdiği bir noktaya doğru ilerlediği yorumu yapılabilir. Doğrusu,
kapitalizmin Adam Smith'den Milton Friedman'a taraftarlarının propaganda ettiği
ve paylaştıkları üzere ancak nihayetinde insanların enselerinde yokluk, eksilme
ve başarısızlık tehdidi hissetmeden kendi bireysel yaşamlarının, planlarının,
hayallerinin, değer ve hedeflerinin peşinden gidebilecek kadar özgür
olabilecekleri denli üretken ve güçlü olacaklarına ikna olunduğunda kültürel
olarak kabul edilebilir bir ekonomik sistem olabileceği anlaşılır. Bu nedenle
hızlanma ve rekabet sonunda kendi kaderini tayine (self determination'a) giden
yolda bir araç olarak anlaşılabilir.
Önceki bölümlerde ortaya konulan
argümanlardan anlaşılacağı üzere ben geç modern ‘hızlanma toplumunda’ bu vaadin
artık muteber olmadığını iddia ediyorum. Hızlanma güçleri artık özgürleştirici
değil; aksine köleleştiren baskılar olarak deneyimlenmektedir. Elbette sosyal
aktörler için hızlanma her zaman iki anlama da gelmiştir: bir vaat ve
gereklilik. Endüstrileşme çağında çoğu insan için ilkinden ziyade ikinci anlama
gelse de yine de yirminci yüzyıl boyunca hızlanma özgürleştirme potansiyeli
taşımıştır. Bugün ‘globalleşen’ erken 21. yüzyılda ise vaat potansiyelini
kaybetmiştir, baskı bireysel ve kolektif (demokratik) özerkliğin geçmişte
kaldığı boğucu bir noktaya gelmiştir.
Daha önce de iddia ettiğim üzere, özerklik
iyi bir yaşamın hedeflerini, değerlerini, paradigmasını ve uygulamalarını
mümkün olduğunca dış baskı ve kısıtlamalardan bağımsız bir şekilde tanımlama
vaadi olarak anlaşılabilir. Yaşamımızı ‘kör’ doğal, sosyal veya ekonomik
baskılar değil; kültürel, felsefi, sosyal, ekolojik ya da dini kanaat ve
iştiyaklarımızın şekillendireceği sözünü verir. Dolayısıyla sosyal hızlanma
olarak modernleşme, artan sosyal dinamizm ve toplumun yükselen kinetik
enerjisinin bireyleri tam da bu baskılardan özgürleştirmeye yarayacağı
hakikatinden ötürü içsel olarak modernite projesine bağlıdır: Özerkliğin
gerçekleştirilmesi için gerekli kaynakları hem bireysel hem de kolektif olarak
üretir. Ancak sosyal hızlanmanın modernite projesinden daha güçlü olduğu ortaya
çıkmıştır: Mantığının özerklik sözünün ters yönüne dönmesiyle değişmeden devam
eder. Geç modern aşamada en azından Batılı toplumlarda hızlanma artık
bireysel hayallerin, hedeflerin ve yaşam planlarının peşinde koşulması ile
toplumun politik olarak adalet, ilerleme, sürdürülebilirlik vb. düşüncesine
göre şekillendirilmesini sağlayan kaynakları güvence altına almaz; tam tersine
bireysel hayaller, hedefler, arzular ve yaşam planları hızlanma makinesini
beslemek için kullanılır.
Özneler için en önemli mücadele
hayatlarını ‘yarışta kalma’ imkânı verecek, rekabet güçlerini koruyacak,
hamster tekerleğinden düşmemelerini sağlayacak şekilde yönlendirmek ve
şekillendirmektir.
Etik eleştiri 2: Gözden
Geçirilmiş Yabancılaşma-Sosyal Hızlanma Neden Yabancılaşma Yaratır?
a) Mekâna Yabancılaşmak
Yabancılaşmanın özü benlik-dünya
ilişkisinde gizlidir: Yabancılaşma benlik ve dünya arasındaki ilişki ile bir
öznenin dünyada bulunmasının veya ‘konumlanışının’ derinden ve yapısal olarak
bozulduğu bir ilişkiye işaret eder. Bedene sahip özneler olarak insanoğlu,
mecburen dünyayı mekânsal uzantı olarak ve kendilerini de bir mekânda
konumlanmış olarak yaşarlar. Ancak Paul Virilio ve diğer pek çoklarının
gözlemlediği gibi, dijital ‘globalleşme’ çağında sosyal ve fiziksel yakınlıklar
gitgide ayrışır: Sosyal olarak bize yakın olanlar artık fiziksel olarak yakın
olmak zorunda değildir veya tam tersi de mümkündür. Benzer şekilde sosyal
ilişki gittikçe artarak mekânsal yakınlıktan farklılaşır. Bu nedenle çoğu
sosyal süreç için mekânsal konum veya yerleşim artık ilişkili veya hatta karar
verici değildir. Anthony Giddens'ın ifade ettiği üzere, Zaman ve Uzam
‘yerinden edilmiş’tir. Tüm bunlar ‘mekâna yabancılaşmayı’ mecbur
kılmaz fakat mümkün kılar.
b) Şeylere Yabancılaşmak
Bu şekilde şeyler uzayına geçiyoruz.
Şeyler dünyası en azından iki tür nesneyi kapsar: Ürettiğimiz şeyler ile
kullandığımız ya da tükettiğimiz şeyler. İnsanoğlunun her zaman hiç yoksa
birkaç obje ile yakın, kurucu ilişkiler içinde olduğunu düşünüyorum. Aslına
bakılırsa birlikte yaşadığımız ve onlarla çalıştığımız nesneler bir nebzeye
kadar kimliğimizi belirler. Fakat şeyler dünyasıyla ilişkimizin etkileşim
hızıyla değiştiğini savunuyorum. Çoraplarınızı, arabanızı ya da seyyar
radyonuzu yıllar boyunca elinizde tutarsanız veya bir başka deyişle eskiyene ya
da bozulana dek arabanızı, radyonuzu veya çoraplarınızı, bilgisayar veya
telefonunuzu kullanırsanız bu şeyler büyük ihtimalle sizin bir parçanız olur ya
da tam tersi siz onların bir parçası olursunuz. On kere tamir ettiğiniz bir
arabayı ya da onardığınız bir çorabı kendinize uygun hâle getirir ve
kişiselleştirirsiniz, hatta içselleştirirsiniz. Tüm duyularınızla ‘kavrarsınız’
ve deneyimlersiniz, onlar da sizin işaretlerinizi taşır. Günlük yaşam
deneyiminizin, kimliğinizin ve geçmişinizin bir parçası hâline gelir. Bu
şeyleri atmak kimliğinize dokunan bir eylem olur.
Artık hızlanma toplumunda nesneler tamir
edilmiyor: Üretimi kolayca hızlandırabilirken, sürdürme ve servisi kayda değer
ölçüde hızlandıramıyoruz. Dahası ürünler teknik olarak daha karmaşık hâle
gelirken tek başımıza onlarla ilgilenebilmek için gereken pratik bilgiyi
kaybediyoruz. Son olarak, sosyal değişim hızı artarken nesnelerin ‘manevi
tüketimi’ fiziksel tüketimini daima geride bırakıyor: Arabaları,
bilgisayarları, giysi ve telefonları fiziksel olarak eskimelerinden çok daha
önce atıyoruz ve yeniliyoruz. Bununla beraber, sadece iki üç kere giydiğiniz
çorap, neredeyse sadece lastiklerini değiştirmek için garajdan çıkardığınız
araba ve saatini bile neredeyse hiç ayarlamadığınız cep radyonuz elbette artık
kimliğinizin bir parçası olamaz. Açıkça size ‘yabancıdırlar’. Bu durum otomatik
olarak yabancılaşmayla sonuçlanmak zorunda değildir, şeyler dünyasıyla ilişki
kurmanın baskın veya tek yolu bu olursa yabancılaşmaya neden olur.
c) Eylemlerimize
yabancılaşmak
Başlangıçta yabancılaşmayı, kendiliğinden
özgür kararın ve iradenle yapsan da ‘yaptığın şeyi gerçekten istememe’ hissi
olarak tanımladım. Bu nedenle işte veya evdeki sıradan bir gününüzü düşünün:
Sıklıkla gerçekten işe yarar ve önemli bulduğumuz, açıkça istediğimiz bir şeyi
yapma (iyi) niyetiyle bilgisayarı açarız. Örneğin ben bugün bilgisayarı
hızlanma ve yabancılaşmaya dair bu kitabı yazmak için açtım. (Aslına bakılırsa
gerçekten şu an bunu yapmak istediğimden çok da emin değilim, muhtemelen yeni
satın aldığım yeni U2 albümünü dinlemeyi tercih ederdim ama yazım neredeyse iki
yıl gecikti!) Ancak yazmaya başlamadan önce sıklıkla danıştığım bazı web
sayfalarında hızlıca gezindim: CNN, Alman futbol maçları sonuçlarına ve son
Progrock haberleri olan bir sayfaya göz attım. Şu anda bu gezintiyi ‘gerçekten’
istediğimden emin değilim -yaptığımda garip bir his yaşamıştım ve bu hafif
memnuniyetsizlik hissi her ‘tık’la birlikte arttı- zira âdeta hiçbir
makaleyi sonuna kadar okuyup bitirmedim. Yine de bunun benim kişisel sorunum
olduğunu söyleyebilirsiniz, irade zayıflığından kaynaklanır ve yabancılaştırıcı
sosyal yapılarla bir alakası yoktur. Ben de bu yabancılaştırıcı, emici hissin
ta kendisinin milyonlar veya milyarlarca internet kullanıcısı tarafından
paylaşıldığını ve bu nedenle benim kişisel zayıflığıma pek de
atfedilemeyeceğini söyleyerek karşı çıkabilirim. Fakat şimdilik suçlamayı kabul
ediyorum. Bir sonraki adımda işler gerçekten kötü bir hâle geldi: E-posta
hesabımı kontrol ettim. Sonraki yaklaşık doksan dakika boyunca açıkça gerçekten
istemediğim şeyler yaptım. Okuyucular neden bahsettiğimi zaten biliyorlar, bu
nedenle detaylara girmeyeceğim: Kitabımı yazmak istedim fakat bunun yerine
türlü türlü dosyalar ve yanıtlar gönderdim, daha önce yapmadığım bir sürü
üzüntü ve hususa ‘bulaştım’. Nihayetinde kitap için geriye yalnızca otuz dakika
kaldı.
Ancak bu tür ‘gerçekten istediğimiz’
şeylere karşı ‘dikkat dağıtıcılar’ (ve dağılmalar) yalnızca teknoloji ile
alakalı aktivitelerde görülmez. İşle ilgili neredeyse tüm durumlarda çalışanlar
(ve de işverenler) gerçekten ‘işin özüne’ ayrılan zamanlarının küçüldüğünden
şikâyetçidirler: Bu durum doktorların hastalarıyla olan, öğretmenlerin eğitim
öğretim için geçen, bilim insanlarının araştırmaya harcadıkları vb. zaman için
de geçerlidir. Nihayetinde ‘yapmak istediğimiz’ şeyi hiç ‘yapmıyor olduğumuz’
gerçeği sadece Birinci Kısım'da gözlemlediğim her alanda ‘yapılacaklar
listesinin’ her geçen yıl artmasından kaynaklanır. ‘Zorunluluk retorikleri’
yabancılaşmanın içgüdüsel hissine oldukça açık bir şekilde dikkat çeker: Ne
yaparsak yapalım özürümsü ‘Gerçekten şimdi (haberleri okumak, bilgisayarımı
güncellemek, vergi formunu doldurmak, yeni elbise almak vs.) yapmalıyım’
ifadeleriyle gerekçelendirmeye çalışmamız bu aktiviteleri dışerklik olarak
deneyimlediğimizin apaçık bir göstergesidir. Bu da sonrasında araştırmacıların
neredeyse tüm gelişmiş ülkelerde hemen hemen tüm sosyal gruplardan insanlardan
aldıkları yapmayı en çok sevdikleri şeyler için gereken zamanı ‘gerçekten hiç
bulamama’ şikâyetine istatistiksel olarak yansır. ‘ İlginç bir şekilde bu his
izlemek (veya internette gezinmek) için günde üç veya daha fazla saati bulan
insanlar arasında bile yaygın bir histir! Elbette durum buysa o hâlde
insanların aslında ve ‘gerçekten’ televizyon izlemeyi, en çok tercih
edeceklerini iddia ettiği şeylere karşı (örn. keman çalmak, yürüyüş yapmak,
arkadaşları ziyaret etmek veya bir Wagner operasına gitmek) tercih ettiklerini
söyleyebilirsiniz. Fakat durum böyle değildir: Duygular ve eylemlerin eğlenceli
olma düzeylerine dair yapılan araştırmaların verileri insanların bu diğer aktivitelere
sahiden katılım gösterdiklerinde gerçekten daha çok eğlendiklerini açıkça
göstermektedir. Öte yandan televizyon izlemenin eğlenme ve tatmin düzeyi ise
çarpıcı bir şekilde düşüktür. Buna rağmen bu ilginç bulguyu insanların açıkça
‘gerçekten yapmak istedikleri’ şeyi nadiren yaptıkları şeklinde
yorumlayabiliriz; insanlar daha ziyade -bir zorunluluk olmaksızın- çok da
sevmedikleri aktivitelerle meşgul olurlar. O hâlde bu durum neredeyse yukarıda
tanımlandığı üzere yabancılaşma paradigmasının bir olayıdır: İnsanlar
‘gerçekten’ yapmak istemedikleri şeyleri gönüllü olarak yaparlar.
Kanaatimce bu ilginç ve oldukça yeni
eylemlerimizden yabancılaşma biçimi de rekabet ve hızlanmanın sebep olduğu bir
sonucudur. Hızın tahakkümüyle yapılanan bir dünyada yalnızca kısa vadeli
arzularımızı (televizyon izlemekteki gibi) uzun vadeli biçimlerine (keman
çalmak) tercih etmemiz önerilmez; ayrıca yukarıda da öne sürdüğüm üzere,
metalar yerine ‘potansiyalite’ satın almaya yönlendiriliriz bu sayede
vazgeçtiğimiz gerçek ‘tüketimi’ artan ‘alışveriş’ ile telafi ederiz: Karamazov
Kardeşleri okumaya zaman ayırmayız veya bulamayız ama bunun yerine
Dostoyevski'nin Budala'sını da satın alırız; teleskopumuzu nasıl
kullanacağımızı öğrenmek için vakit ayırmayız (bu çok aşırı vakit alır: Aleti
çıkarmayı planladığın her beş gecenin dördünde bulutlar görüş alanını örter,
beşinci gece dondurucu bir soğuk vardır, altıncı gece iyi hissetmezsin, yedinci
gece gerçekten çıkarsın fakat çok geçmeden gökyüzünü gördüğün küçücük mercekle
ayı bulmanın aşırı zor olduğunu idrak edersin), bunun yerine yeni bir kamera
satın alır ve teleskopumuzun merceklerini teorik olarak düzeltebiliriz.
Dolayısıyla potansiyel gücümüz, seçeneklerimiz ve erişilebilirliğimiz
durmaksızın artarken asıl veya ‘gerçek’ kapasitemiz gitgide daha çok düşer.
Eskiden olduğundan daha fazla kitaba, CD'ye, DVD'ye, teleskoba, piyanoya vb.
sahibiz ama onları sindiremiyoruz. Çünkü ‘sindirmek’ çok fazla zaman alır ve
biz artan bir zamanı yakalama dürtüsü hissetmekteyiz, gerçekleştirilmemiş
tüketimlerimizi alışverişi artırarak telafi ediyoruz. Ekonomi için iyi, iyi bir
yaşam için kötü ve açıkça ‘sahte ihtiyaçlar’ kavramını gözden geçirmek için en
umut vadeden başlangıç noktası. Nihayetinde ‘aslında ne yapmak istediğimizi ve
kim olmak istediğimizi unutmaya meyilliyiz ‘yapılacaklar listesi’ üzerinde
çalışmak ve anlık tatmin veren tüketici aktiviteleriyle (alışveriş yapmak veya
televizyon izlemek) meşgul olmak o kadar baskındır ki kendimize dair ‘otantik’
ya da sevimli olan şeylere ilişkin fikrimizi yitiririz. Tüm bunlar
yabancılaşmanın iki ayrı türüne daha dikkat çekerler: Bir yandan kendine
yabancılaşma, öte yandan oldukça özgün bir tür olan zamana yabancılaşma.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı : 393 / Eylül 2023