Müslüman tarihi siyasi, askeri, iktisadi, kültürel ve ilmi başarıları bünyesinde barındırdığı kadar inşa edilen medeniyet havzalarında teolojik ihtilafları, siyasi çekişmeleri, iktisadi iniş ve çıkışları da ihtiva eden zengin bir tecrübeye sahiptir. Bu bağlamda Müslümanların tarihini etkileyen siyasi ve dini içerikli önemli tecrübelerden birisi de ‘halku'-Kurân’ meselesidir.
![]() |
Halku’l Kur’an Meselesi |
VI. Abbâsi halifesi Me’mûn'un 218/833 tarihinde resmi olarak başlattığı ve X. Abbâsi halifesi Mütevekkil'in 234/848 yılında resmi olarak son verdiği Mihne siyasetinin özünde bu mesele vardır.
Mihne kelime olarak; ‘imtihan etmek ve sorguya çekmek’ gibi manalara gelmektedir. Mu'tezile'nin ileriye sürdüğü ‘Kur'ân Mahlûktur’ doktrinin esasında Kur'ân'ın mana ve lafız itibarıyla Allah tarafından yaratıldığı iddiası vardı. Mihne, âlimlerin bu doktrin karşısındaki tutumlarını belirlemek için yapılan sorgulamaları ve bu zeminde yaşanan olayları ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. Abbâsilerin parlak döneminde meydana gelen bu hadise devlet ve toplum ilişkisini ve bilahare mezhepler arası ihtilafları derinleştirmiştir.
Bu siyaset, muhalifleri, Allah'ı (c.c) teşbih ve tecsimden tenzih etme iddiasıyla Kur'ân'ın yaratıldığı inancını devlet otoritesini kullanarak kabul etmeye zorlamayı öngörmekteydi. Devlet doktrini kılınan ve bu düşünceyi kabul etmeyenlere her türlü baskı ve zulmün reva görüldüğü katı ideolojik bu dönemde yaşananlar toplumu ve özellikle de İslâmi literatürü etkilemiştir.
Halku'l-Kur'ân düşüncesinin uç vermeye başladığı ilk yıllarda bunun gelecekte Müslüman toplumu derinden bölecek potansiyele sahip bir mesele olacağını kimse bilemezdi. Bugün hâlâ bu mesele akademik ortamlarda tartışılıp hakkında ilmi çalışmalar yapılıyorsa bu Mihne siyasetinin meydana getirdiği sonuçlarla izah edilebilir. Buna Kur'ân'ın yaratıldığı fikrinin İslâm düşüncesinin yapıbozuma tabi tutulması ve çağdaş dünyanın hâkim paradigmasına uygun olarak yeniden inşasına zemin teşkil etme potansiyelini de ekleyebiliriz.
Bu çalışmanın birinci bölümünde Mihne olaylarının tarihi arka planını, sebeplerini ve meydana getirdiği sonuçları inceledik. Bu bölümde meselenin nasıl başladığını ve ilk iddia sahiplerinin kimler olduğunu araştırdık. Ayrıca toplumu bir bölen unsur olarak ‘halku'l-Kur'ân’ fikrinin erken dönemde Müslüman toplumunda yaşanan zihinsel dönüşümle irtibatını da ele aldık.
Sahâbe devri sonrası teşekkül etmeye başlayan mezhepler zamanla Ehl-i re'y ve Ehl-i hadis olarak iki ana akımın etrafında yapılanmaya başlamışlardır. Her akım kendi içinde farklı eğilimleri, birbirini iten ve çeken karakteriyle barındırmıştır. Bunlar arasındaki nassları anlama ve meselelere tatbik etmedeki metot farklılıkları ciddi ihtilaflara da sebep olmuştur. Bu ihtilaflar genelde fürûda olsa da itikadi konularda da yaşanmıştır. Özellikle de itikadi meselelerdeki ihtilaflar Müslümanları bölmüş, zaman zaman beraber yaşama iradelerini zayıflatmıştır.
Kur'ân'ın mahlûk olup olmadığı meselesi ise bu iki ekol arasında ihtilaflara yol açan en çetrefilli, ilmi ve toplumsal yansımaları en şiddetli olanların başında gelmiştir. Bu sebeple çalışmanın ikinci bölümünde kısmen kapalı olan Ehi-i re'y ve Ehl-i hadis kavramlarının anlam çerçevesini tespit etmeye ve halku'l-Kur'ân konusunun bu iki ekol müntesiplerini hangi derinlikte bir bölen rolü üstlendiğini incelemeye çalıştık.
Mihne dönemi ve sonrasında halku'l-Kur'ân meselesine yaklaşım farklılıkları Ehl-i hadis ve Ehl-i re'y ekolleri arasında yaşansa da Ehl-i hadis ulemasının kendi içinde de ihtilaflara sebep olmuştur. Bu iç ihtilaflar İslâm'da Kur'ân-ı Kerim'den sonra ikinci bağlayıcı kaynağı teşkil eden Sünnet'le de yakînen alakalıdır. Çünkü bu olaylar hadis kaynaklarının tasnifinin altın çağına denk gelmektedir. Mihne olaylarında meselenin tarafı olmuş âlimlerin önemli bölümü hadis semasının yıldız isimleridir. Bunların rivayet ettikleri hadisler, telif ettikleri kitaplar, râviler hakkında verdikleri hükümler ve râvi biyografilerini inceledikleri kitaplar o dönemde yaşananlardan etkilendiği için meseleyi o dönemde önemli kıldığı kadar bugün de kılmaktadır.
Çalışmanın son bölümünü teşkil eden üçüncü bölümde ise bu meselenin gerek ricâl kaynaklarına gerekse hadis kaynaklarının tasnifine yansımalarını inceledik.
Halku'l-Kur'ân Meselesi ve Mihne
Halku'l-Kur'ân ve Mihne diye literatüre giren bu iki kavram birbiriyle iltisaklıdır. İlki teolojik bir düşünceyi ikincisi de bu düşüncenin devletin resmi doktrinine dönüşmesini ve bu doktrine inanmayan âlimlere ve halka zorla kabullendirilmesi pratiklerini anlatan özel bir zaman dilimini ifade eder.
Mihne, kâmusta; ‘imtihan etmek, bir şeyin hakikatini araştırmak, sorguya çekmek, eziyet etmek, sıkıştırmak, boyun eğdirmek, kamçıyla dövmek’ gibi manalara gelmektedir.’ Spesifik manada ise Mihne, aşağıda izah edilecek tarihi süreçte yaşananları ifade etmektedir.
Halku'l-Kur'ân meselesi erken dönemde Allah'ın (c.c) tabiatı, isim ve sıfatları, vahyin anlamı, alanı, hür irade ve kader gibi konuların etrafında meydana gelen itikadi/kelâmi tartışmaların ekseninde ortaya çıkmış bir inançtır. Özünde Allah'ı yarattıklarına benzetmeme hassasiyeti olan ve fakat birden fazla etmenin beslediği, teolojik ve siyasi ihtilafların doğurduğu bir fikrin doktrinize edilmiş hâlidir. Bu doktrinin merkezinde Kur'ân'ın Allah tarafından yaratıldığı iddiası vardır. Bir teolojik yorum olarak tohumları Emeviler döneminde Müslüman coğrafyaya atılmıştır. VII. Abbâsi halifesi Me’mûn'un vefatından 4 ay önce (218/833) Bağdat'taki vekili İshak b. İbrâhim'e gönderdiği mektupla başlamış ve X. Abbâsi halifesi Mütevekkil döneminde ise resmen sona ermiş tarihi bir dönemdir. Sadece ortaya çıktığı dönemi etkilememiş, teolojik sonuçları ve hadis sahasına yansımaları günümüze kadar devam etmiştir.
Mihne'ye konu olan ‘Kur'ân'ın yaratılmış olduğu’ doktrinini, Mihne başlamadan altı yıl önce hilafetinin on dördüncü yılında, bir fermanla Abbâsi Devleti'nin resmi inancı olarak ilan etmiş, lakin muhalif âlimleri bu öğretiyi kabul etmeye zorlamamıştı.
Me’mûn, hilafetinin son yılı olan 218/833 tarihinde ‘halku’l-Kur'ân’ doktrinini Abbâsi Devleti'nin hâkim olduğu her coğrafyada benimsenmesi gereken mutlak hakikati ifade eden bir inanç umdesi olarak ilan etti.’
Bağdat'taki vekili İshak b. İbrâhim'e bir mektup göndererek şehrin ileri gelen yedi fakih ve muhaddisini halku'l-Kur'ân konusunda sorguya çekmesini ve Kur'ân'ın yaratıldığına inanmayanların hukuki ehliyetlerini iptal etmesini istemesiyle süreç başlatılmış oldu. Bu süreç giderek şiddetlenmiş, bu doktrini kabul etmeyen âlimler hapsedilmiş, kabul edene kadar işkence edilmiş, kimisi idam edilmiş ve halk indinde itibarları düşürülmeye çalışılmıştır.
Me’mûn'un başlattığı bu Mihne dönemi 18 yıl sürdü. Halife Mütevekkil 234/848 yılında bir ferman yayımlayarak bu süreci resmen sonlandırdı.(1) Mütevekkil'in ikinci yılına denk gelen bu fermanın ilanı, aslında onun iktidara geldiğinde fiilen bitirmiş olduğu sürecin devlet geleneğinde hukuki adını koymaktı. S.19-22
Halk'ul-Kur'ân Meselesinine Genel Bir Bakış
Halk'ul-Kur'ân Meselesini Doğuran Gelişmeler ve Kültürel Ortam
Tarih Hicri 50'li yılları gösterdiğinde dünya eşine ender rastlanır yeni bir sürece girmişti. Müslümanların hâkimiyetine giren topraklar Çin sınırından başlayıp İspanya sınırına kadar dayanmıştı. Bu sadece fetihlerle gelen coğrafi bir genişleme değildi, aynı zamanda farklı kültür havzalarının entelektüel birikiminin de birbirleriyle karşılaşmasını getirmişti.
Müslümanlar, kutsal metinlerin çok katmanlı anlam dünyası, tevile açık yapısı, insan aklının farklı düzeylerdeki istiabı, kendisine müracaat edilip en doğru bilginin alınacağı Hz. Muhammed'in (s.a.v) hayatta olmadığı bir dünyada karşı karşıya kaldıkları yeni meselelerde farklı yorumlara gitmiştir. Bu doğal sürece fetihlerle genişleyen İslâm coğrafyasında Müslümanların farklı kültür havzalarıyla temasını, bu zeminde meydana gelen kültürel ve teolojik rekabetin etkisini de katmak gerekir. Din-felsefe ilişkisi, nübüvvet, eskatoloji, Tanrı'nın birliği ve Tanrı'nın kâinat ve insanla ilişkisi, vahyin mâhiyeti, insan fiilleri, kader gibi birçok konu ilmi gündeme girmiş ve farklı muhtevalarda Müslümanların gündemini meşgul etmişti. Bu ortam düşüncede yeni sentezlerin yolunu açtığı gibi tepkileri de ortaya çıkarmış, neyin alınması ve neyin bünye dışında tutulması gerektiği konuları ihtilafların yaşanmasına sebep olmuştu. Müslümanlar arasında halku'l-Kur'ân meselesinde, Ehl-i re'y ve Ehl-i hadis merkezli temel iki tarz yaklaşım öne çıkıyordu.
İslâm tarihinde halku'l-Kur'ân meselesinin ilk mucidinin kim olduğu açıklığa kavuşmamıştır. Bu böyle olmakla beraber fikrin öncüleri ve bu fikrin davasını güden fırkalar bilinmektedir. Kanaatimize göre bu tartışmanın fitilini ilk olarak kimin ateşlediğinden çok, bu meseleyi doğuran siyasi, toplumsal, teolojik, kültürel atmosfer ve ilmi faaliyetlerin içine girdiği epistemik arka plan önemlidir. Zira bu bölümün başında tasvir edilen arka plan teşekkül ettikten sonra yeni ve zaman zaman sarsıcı fikirlerin ileri sürülmesi ve toplumsal yapıyı, ilim merkezlerini etkileyen olayların meydana gelmesi kaçınılmaz olmuştur.
Yeni meselelere ve konumuz itibarıyla halku'l-Kur'ân fikrine nasıl cevap verileceği hususunda âlimler farklı tavırlar takındılar. Konuyu bid'at görüp meseleyi gündemlerine almayanlar, gündeme almayı dahi caiz görmeyenler, mesele hakkında tevakkuf edenler, bir tevhid öğretisi gibi bunu halka zorla kabul ettirmeye kalkanlar, etki tepki bağlamında sert cevap verenler, bu zeminde siyasi baskılara direnenler ve makul bir izah getirmeye çalışanlar oldu.
Bu zeminde halku'l-Kur'ân fikri bir meseleye dönüşmeden İmam Ebû Hanife'den nakledilen şu görüş bir uzlaşma noktası olabilirdi:
‘Kur'ân Allah'ın kelâmı olup mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Muhammed'e (s.a.v) indirilmiştir. Bizim Kur'ân'ı telaffuzumuz yaratılmıştır, yazmamız yaratılmıştır, tilâvetimiz mahlûktur fakat Kur'ân yaratılmamıştır. Kur'ân ise Allah'ın kelâmı olup kadim ve ezelidir.’
Bir diğer ifade ile Allah'ın kelâm-ı nefsisi kadimdir, kelâm-ı lâfzi ise Mahlûktur. Bu izah ilk dönemde olmasa da ileri aşamada Müslümanların çoğunluğunun üzerinde ittifak edecekleri bir çözüm olacaktı.
Velhasıl halku'l-Kur'ân meselesi erken dönemde kurulan yeni şehirler, genişleyen coğrafya ile gelen kültürel etkileşim, toplumsal dönüşüm ve tercüme faaliyetlerinin sonucunda yaşanan zihniyet değişiminin bir sonucu olarak taraftar bulmaya başladı.
Kutsal metinler ve o metinlerin taşıdığı anlam bu yeni zihinsel yapının bir formülasyonu olarak ilim havzalarının gündemine girdi. Halku'l-Kur'ân fikrinin öncüleri kabul edilen kişilerin biyografilerine bakıldığında hep bu sürecin ortaya çıkardığı aktörler olduğu görülecektir.
Me’mûn'un Mihne'yi Muttezile'nin inanç umdelerinin zemininde değil de bu umdelerden neşet eden fakat daha alt bir başlık olan halk'ul Kur'ân meselesi zeminine çekerek yapması onların iddialarını karikatürize ederek sonuçta galip gelmeyi hedeflemiş olmasıyla alakalıdır. Ancak haksız yere muhalif âlimlerin talebelerine ders vermelerinin engellenmesi, kadıların görevlerine son verilmesi, Kur'ân Mahlûktur sözünü ikrar etmeye zorlanmaları, kabul etmeyenlerin hapsedilmesi, kimisinin hunharca öldürülmesi ve sürgüne gönderilmeleri gibi zulümler halkın nezdinde kabul görmedi. Aksine halk Mihne'ye direnen âlimleri destekledi ve onları sürecin kahramanlarına dönüştürdü. Yaşananlardan Me’mûn'un sosyolojinin reflekslerini iyi hesaplayamadığı ve devletin gücüyle toplumsal mühendislik projesinin başarılı olacağına inandığı anlaşılmaktadır.
Mihne'den Etkilenen Kesimler
Mihne sürecinin Me’mûn'un valilerine peş peşe gönderdiği mektuplarla başlaması ve arkasından bıraktığı vasiyetin gereği olarak Mu'tasım ve Vâsık tarafından agresif bir devlet politikasının hayata geçirilmesi sonucunda Ehi-i hadis bundan en fazla etkilenen taraf oldu. Zira projenin öncelikli hedefi onlardı.
Devlet bu politikasından vazgeçip ‘Kur'ân Mahlûktur’ diyenleri hedef almaya başladığında ise Mu'tezile yeni dönemin etkileneni oldu ve zamanla nerdeyse tâbisi kalmayan ve fikirleri sadece kitaplarda nakledilen bir ekole dönüştü. Bunun asıl sebebi ise devletin onları tasfiye etmesinden çok halkın onları yalnızlaştırmasıydı. Tarihe de İslâm'ın akılcı ekolünün gücü ele geçirdiğinde mezhep prensiplerini, muhaliflerine devlet gücüyle nasıl empoze edebileceklerinin kötü örneğini bıraktılar. Bunda da kuşkusuz 'emru bi'-ma'rüf nehiy ani'-münker’ diye formüle edilen mezhebin ‘iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmek’ manasına gelen dini, ahlâki ve hukuki bir görev kabul ettikleri umdeleri etkili olmuştur. Sonuç olarak Mihne tarihte hoşgörüsüzlüğün ve güç istismarının darb-ı meseli olarak yerini almıştır.
Âlimler arasında câlib-i dikkat bir gerilim hattını ise Ehl-i hadis müntesipleri arasında meydana gelen sürtüşmeler teşkil eder. Süreç boyunca susan, susturulan ve zor karşısında Kur'ân'ın yaratılmışlığını kabul etmek durumunda kalan muhaddisler ile baskılara, ölüm ve işkencelere maruz kalmalarına rağmen buna direnen muhaddisler arasında küskünlükler yaşandı ve dahi hadis rivayetinde cerh vesilesine dönüşen bir kırılma hattı meydana geldi. O dönem tedvin ve tasnif edilen hadis edebiyatı da bundan etkilendi.
Mihne dönemi mezheplerin teşekkül dönemine ve kurucu ana metinlerinin telif edildiği bir zaman dilimine tekabül eder. Bu sebeple yaşananlar yalnızca olayın meydana geldiği dönemi etkilemedi, meydana gelen kırılmaların etkileri literatüre de yansıdığından İslâm tarihini günümüze kadar etkiledi. S.19-56
Mihne Döneminde Ehl-İ Re’y ve Ehl-İ Hadis
Kur'ân Mahlûktur İnancını Savunanların Muhaliflerine Karşı Sert Tutumları
Me’mûnun 218/833 yılında ‘Kur'ân'ın yaratılmışlığı’ inancını Abbâsilerin hâkim olduğu her coğrafyada devletin resmi doktrini olarak ilan etmesi ölümünden kısa bir süre öncesine denk geldi. Me’mûn kararını hayata geçirmek üzere Bağdat'taki vekili İshak b. İbrâhim'e bir mektup göndererek şehrin ileri gelen yedi fakih ve muhaddisini bu meselede sorguya çekmesini, Kur'ân'ın yaratıldığına inananları serbest bırakmasını, inanmayanların ise hukuki ehliyetlerini iptal etmesini, resmi görev verilmemesini ve şahitliklerinin kabul edilmemesi talimatını verdi.
İsimleri Mihne'yi resmen başlatan bu ilk mektupta yer alan devrin meşhur fakih ve muhaddisleri şunlardı: Ahmed b. İbrâhim ed-Devraki, Abdurrahman b. Yûnus, İsmâil b. Davûd, İsmâil b. Ebi Mes'ûd, Muhammed b. Sa'd, Yahyâ b. Main ve Züheyr b. Harb. Ölümle tehdit edilen bu âlimlerin hepsi halifenin istediğini kerhen ikrar etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine vekil İshak b. İbrâhim bu isimlerin Kur'ân'ın yaratıldığı inancını kabul ettiklerini halifeye bildirdi. Ayrıca onların durumunu âlimler ve halk arasında da ilan ederek diğer âlimlere emsal oluşturmayı amaçladı.
Halife Me’mûn istediği sonucu alınca hemen arkasından ikinci bir mektup göndererek aşağıda ismi zikredilen meşhur ve daha etkili âlimlerin birinci mektupta zikredildiği gibi ivedilikle sorgulanmaya alınmasını sert ve hakaretamiz bir dille istedi. Maksat en azından bir kısmının direneceklerini tahmin ettiğinden başlarına gelecekleri ayan beyan bilmelerini sağlayarak iradelerini kırmaktı.
Bu liste Affân b. Müslim, Ahmed b. Hanbel, Ali b. Medini, Âsım b. Ali, Bişr b. Velid el-Kindi, Ebû Hassân ez-Zeyyâdi, Hasan b. Hammâd es-Seccâde el-Bağdâdi, İbn Uleyye, İbnü'l-Bekkâ, İsmâil b. Dâvûd, Kavâriri, Kuteybe b. Said, Muhammed b. Nûh, Muhammed b. Sad, Ubeydullah b. Muhammed, Velid b. Şücâ, Yezid b. Hârûn, Zeyyâl b. Heysem, Züheyr b. Harb gibi âlimlerden oluşuyordu.’
Ahmed b. Hanbel, Kavâriri, Muhammed b. Nûh ve Seccâde haricinde tüm âlimler Me’mûn'un Kur'ân'ın mahlûk olduğun inancını benimsediklerini söylediler. İshak b. İbrâhim bu âlimleri zincire vurdurarak tekrar sorgulayınca Seccâde ve Kavâriri de dayanamayarak istenilen cevabı verdiler. Halifenin talebi üzerine Ahmed b. Hanbel ve Muhammed b. Nûh zincire bağlanmış olarak Me’mûn'un bulunduğu Tarsus'a gönderildi.
Ahmed b. Hanbel ve Muhammed b. Nûh Tarsus yolunda iken Me’mûn'un öldüğü haberi geldi ve Bağdat'a geri gönderildiler. Yolda kendilerine çok eziyet edildi. Muhammed b. Nûh dayanamayarak vefat etti. Cenaze namazını Ahmed b. Hanbel kıldırdı. Ayakları zincirli olarak Bağdat'a getirildi. Sonraki zamanlarda onu daha meşakkatli günler bekliyordu.'
Bu hayli kısa sürede Me’mûn bir üçüncü mektup daha göndermişti. Mektupta kendilerinden talep edilenleri kabul etmeyen âlimleri isim isim vererek onları küfürde olmakla itham etmiş, başlarının vurulacağını ilan etmiş, onları cahillikle ve çıkarcılıkla nitelendirmişti. Me’mûn bu üçüncü mektubunun sonunda yaptıklarını salt dini bir hassasiyetin gereği olarak icra ettiğini söyler. Allah'tan ümit ettiği sevaba ulaşma ve O'na yakın olmak amacıyla mektubunu alelacele gönderdiğini söyler, vekiline de mektupta yer alan talimatları ivedilikle yerine getirmesini emreder.' Zira Me’mûn ağır hastadır ve bu yüzden hızlı sonuç almak istemektedir. Bunu engelleyecek yahut geciktirecek hiçbir şeye de tahammülü yoktur.
Mihne Sürecinde İlim Halkaları
Mihne sürecinde devletin yeni doktrinine muhalefet eden kadılar ve devlet bürokratları açığa alınmış ve yerlerine iktidarı bu süreçte destekleyecek kişiler atanmıştır. Bu süreçte Mihne politikalarının etkilediği en önemli sahalardan birisi de ilim halkaları olmuştur. Fürûda ve usulde farklı yönteme ve görüşlere sahip ulemanın meşreplerine göre özgürce yürüttükleri ilmi faaliyetler bir tarafın lehine sınırlandırılmıştır. Halku'l-Kur'ân doktrinine muhalefet eden, rıza göstermeyen yahut desteklemeyen âlimlerin ders vermelerine de müsaade edilmemiş, ilmi faaliyetlerden alıkonmuşlardır. Bu sebeple Ahmed b. Hanbel gibi muhalif birçok âlim uzun süre ders okutamamıştır. Bu cephede yaşananlara dair küçük de olsa bir ışık düşürmek sadedinde aşağıda büyük muhaddis Baki b. Mahled'in hayatından küçük bir kesit sunacağız.
Baki b. Mahled
Ebû Abdirrahmân Baki b. Mahled b. Yezid el-Kurtubi (ö. 276/889) Müsned eseriyle bilinen Endülüslü meşhur muhaddistir. 201/817 tarihinde Kurtuba'da dünyaya geldiği tahmin edilen Baki b. Mahled Ahmed b Hanbel'den hadis almak gayesiyle Endülüs'ten Bağdat'a gitmiştir. Aşağıda zikredilecek olayın detayları olmakla beraber biz konuyu uzatmamak ve meselenin özünü nazara sunmak gayesiyle bir kısmını tasarrufla nakletmekle iktifa edeceğiz.
Baki b. Mahled'den nakledildiğine göre Bağdat'a yaklaştığında Ahmed b. Hanbel'le alakalı Mihne haberini duyar. Halkla görüşmesinin ve kendisinden ilim alınmasının yasaklandığını öğrenir. Bundan çok büyük üzüntü duyar. Bağdat'ta Yahya b. Ma'in gibi ilim ehliyle tanışır. İnsanlardan Ahmed b. Hanbel'in evini sorar ve onun kapısına gider. Kapsını çalınca dışarıya Ahmed b. Hanbel çıkar der:
‘Ey Ebû Abdullah! (Ahmed b. Hanbel) Bu gördüğün adam yabancıdır. Bu şehre ilk defa geliyor. Esasında hadis talebesidir. Seyahatinin gayesi de sadece sizden hadis almaktır.’
Dikkat çekmeden içeri girmesini ister ve nereli olduğunu sorar. O da Endülüs'ten geldiğini, Afrika'ya denizden geçerek ulaştığını söyler.
Bunun üzerine Bakî'ye geldiği yerin gerçekten uzak olduğunu, kendisine onun gibilerin arzusunu yerine getirmekten daha hoş gelen bir şey olmadığını belirtir. Ancak devletin Mihne siyasetinden dolayı sıkıntı içinde olduğunu bildirir.
Baki b. Mahled de ona durumu bildiğini, şehre ilk defa geldiğinden kimse tarafından tanınmadığını, eğer izin verirse dilenci kıyafetiyle hadis dinlemek için kapıya gelip dilenciler gibi konuşacağını, kendisinin de sadaka verir gibi şu an bulundukları yere çıkıp ona her gün hadis rivayet etmesini, bu kadarına razı olacağını söyler. Ahmed b. Hanbel bu teklifi ders halkalarına duyurmamak ve hadis ehline bildirmemek şartıyla kabul eder.
Sonraki günler Baki b. Mahled eline bir değnek alır, başına bir bez parçası sarar, kâğıt ve divitini elbisesinin yenine sokar, kimseye hissettirmeden kapısının önüne gelerek dilenciler gibi ‘Verin, Allah'u Teala size merhamet etsin!’ diye bağırır. O da çıkar, evin kapısını kapatır ona iki, üç ya da daha fazla hadis rivayet ederdi. Bu şekilde Mihne kalkana kadar ondan hadis alırdı.
Bu ve benzeri olaylar dönemin Mihne mağdurları cihetiyle ilmi faaliyetlerin içinde bulunduğu sıkıntılara dair bizi aydınlatmaktadır. Bu yasak atmosferinin insan ve toplum psikolojisiyle beraber ilim talebelerinin ruh bâli üzerinde tesir bıraktığı söylenebilir. Bu şartlarda telif edilen en azından bazı eserlere bu ruh hâlinin üslub ve muhteva olarak sirayet ettiğini gözlemlemekteyiz.
Ehl-i Re'y ve Ehl-i Hadis Mücadelesinde Meşruiyetin Önemli Göstergesi Olarak Cenaze Namazlarına Katılım Oranları
Meşruiyet tartışmalarında halkın durduğu yer önemlidir. Bunun için siyasi, dini ve ideolojik yapılanmalar halkı davalarının yanına çekebilmek için birçok ikna yöntemine başvururlar. Mihne döneminde halku'-Kur'ân davasının aktörleri geniş halk kesimlerinden istedikleri desteği göremedikleri için yaptıklarını iki meşru gerekçeye dayandırıyorlardı. İlki halifeye itaat, ikincisi de teşbih ve tecsime savaş açmaktı. Bu iki gerekçe de dini bir vazife ve tevhidin gereği olarak ileri sürülüyor ve her bir argüman için Kur'ân'dan deliller sıralanıyordu.
‘Kur'ân kadimdir’ diyen taraf ise Kur'ân ve Sünnet'in bu konuda bir hüküm beyan etmemesini temel dayanak kılıyordu. Bunun yanı sıra Kur'ân'ın Allah'ı (c.c) kelâm sıfatıyla vasıflandırmasını da delil olarak ileriye sürüyordu. Allah'ın zâtında kâim olan kelâm ise O'nun ezeli sıfatıydı, yaratılmamıştı. Binaenaleyh Kur'ân da Allah'ın kelâmı kadimidir. Akli ve nakli delillerin yanı sıra önemli bir meşruiyet zemini de geniş halk kitlelerinin kendilerine alenen ve örtülü olarak verdiği destekti. Bu destek isteselerdi iktidara karşı bir huruç hareketi başlatabilecekleri kadar büyüktü ama bunu tercih etmediler, Huruc planlayan muhaddis Ebû Abdillâih Ahmed b Nasr b. Mâlik el-Huzâi (ö. 231/846) gibi istisnalar bu gerçeği değiştirmez. Temkini yani ölçülü ve tedbirli davranmayı, pasif direnmeyi esas almışlardı. Halkın desteğinin siyasi iktidara karşı aleni bir huruç hareketi kısvesine bürünmeden ve toplumda fitne çıkarmadan barışçıl yöntemlerle göstenlebilmesi gerekirdi. Bunun en tabi ve görünür yeri ise cenaze namazlarıydı.
Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah'ın şöyle dediği nakledilmiştir.
‘Babamın şöyle dediğini işittim; Bid'at ehli kimselere deyin ki; geçip gittiği esnada bizimle sizin aranızda cenazeler vardır.’
Ehi-i hadis cenazeler vasıtasıyla halkın desteğinin kimin yanında olduğunu hem kendi taraftarlarına hem muhaliflerine ve en önemlisi de saraya deklare ediyordu. Devletin yanında yer alan âlimlerin ve devlet ricâlinin cenaze merasimlerine halk katılımı çok düşük oluyordu. Halk böylece kendi aynasını iktidara tutarak Mihne politikalarını benimsemediğini ve hatta karşısında durduğunu gösteriyordu. Bu yüzden taraflar cenaze namazlarında toplanan kalabalıkların sayısını dikkatle izliyordu.
Halku’l-Kur'ân fikrinin teorisyeni Bişr b. Gıyâs el-Merisi'nin (ö. 218/833) cenazesine katılımın çok düşük olduğunu, Abbâsilerin başkadısı ve Mihne'nin uygulayıcısı Ahmed b. Ebi Duâd el-İyâdi'nin (ö. 240/854) cenazesine iktidar yanlısı birkaç kişinin katıldığını kaynaklar bildiriyor. Merisi'nin öldüğü yıl Mihne sürecinin resmi olarak başladığı yıldır. Ehl-i sünnet âlimlerinden cenazeye iştirak eden olmamıştır.
Buna mukabil Ehi-i hadis müntesiplerinin cenazeleri kalabalık olurdu. Meselâ Ahmed b. Hanbel'in (ö. 241/855) cenazesine on binlerce, kimi kaynakların bildirdiğine göre yüzbinlerce insan katılmıştır. Sayıları on binlerce ifade edilen kadınların katılımı da aktarılan bilgiler arasında yer almaktadır.
Mu'tezile'nin parlak yılları erken döneme tekabül eder. Tâbiûn neslinin önde gelen âlim ve zâhid kişisi Hasan el-Basri'nin (ö. 110/728) medresesinde yetişmiş Vâsıl b. Atâ el-Basri (ö. 131/748) ve Amr b. Ubeyd el-Basri'nin (ö. 144/761) kuruculuğunu yaptığı bu ekol sosyokültürel ve teopolitik bir ihtiyacın ürünü olarak doğmuştu. Fetihlerle karşı karşıya kalınan farklı kültür havzalarının kültürel ve teolojik meydan okumalarına, yeni kurulan şehirlerde ortaya çıkan İslâm öğretilerini bulandıran sentezlere karşı İslâm inancını akıl zemininde müdafaa etme amacını güdüyordu. Çünkü muhataplar daha çok vahyi kabul etmeyen kesimlerden oluşmaktaydı. Müşterek nokta ise akıl olarak gözüküyordu. Akıl üzerinden fikri mücadele verilebilir, akli delillerle muarızlar naklin hakikatine ilzam edebilirdi.
Bunlar Brahmanizm, Budist inancını benimseyen Sümeniyye, Mecûsilik ve bu dinlerin bağrından çıkmış alt yapıların takipçilerinden oluşmaktaydı. Diğer taraftan Dehriyye diye bilinen âlemin ezeli olduğunu, bir yaratıcısının bulunmadığını savunan materyalist ve ateist düşünce akımları da mevcuttu. Tüm bunlar Müslümanların Kur'ân ve hadislerin verdiği bilgilerden aşina oldukları vahyi kabul eden Yahudilik ve Hristiyanlıktan farklı yapılara sahiptiler.
Bu hareketin öncelikle Basra'da ortaya çıkması ve daha çok fethedilen topraklarda yayılması o dönemin ruhuyla örtüşen bir durumdur. Mu tezili düşünce yeni kurulmuş kozmopolit Basra şehrinin ikliminde neşet etti. Mu'tezile âlimlerinin İslâm dışı bu yapıların kültürel, dini ve epistemik meydan okumalarına mukavemet etmede başarılı oldukları da söylenebilir.
Vahyi kabul etmeyen, kökü bulundukları kültür havzalarının mazisinde bulunan mezkûr hareketlerle yüzleşme gereksinimi Mu 'tezile'nin varlığını meşru kılan bir zemindi. Ancak Mihne süreciyle beraber bu meşru zemini kaybettiler. İslâm karşısındaki teolojik ve kültürel saldırılara karşı geliştirmiş oldukları entelektüel yeteneklerini İslâm içi muhalif yönelişlere karşı kullandılar. Ana akım Sünni müslümanlığı küçümsediler ve önlerindeki en büyük engel olarak gördüler. Me’mûn'la beraber Mut'tezile'yi devletin resmi mezhebi ve Halku’l-Kur'ân meselesini devletin resmi doktrinine dönüştürdüler. Bunu da devletin gücüyle zorla kabul ettirmeye, etmeyenleri de tasfiye etmeye kalkışınca halk tarafından yalnızlaştırılarak cezalandırıldılar.
İlk dönemde Mu'tezile'nin kurucu imamları yukarıda açıklandığı üzere göreceli olarak hem Müslüman sosyolojinin hem de siyasilerin desteğini alabilmişti. Bu destekle büyümüş, bürokrasiye yerleşmiş, birçok yerde kendi ders halkalarını oluşturmuşlardı. Mezheplerinin ilkelerine bağlıydılar. İnsanın hür iradeye sahip olduğu inancı ekolün şiarlarındandı. Buna göre insan aklına, onun özgür iradesine saygı esastı. Ancak Mihne siyasetiyle farklı düşünen âlimlerin aklına ve özgür iradesine saygı duymadılar, kendi düşüncelerini zorla benimsetmeye çalışarak kendi ilkelerine ters düştüler. Bu hatalarının en büyük bedeli halk desteğini kaybetmeleri oldu.
Halife Mütevekkil döneminde Ehl-i hadisin iktidarı ele geçirdiği ve Muttezile'yi tarih sahnesinden sildiği gibi bir iddia tek başına hakikati ifade etmeyen abartılı bir yaklaşımdır. Ehl-i hadisin Mu'tezile'nin tarih sahnesinden çekilmesinde etkisi vardır ama bu, silmek denebilecek çapta bir etki değildir. Ehl-i hadisin böylesi bir gücü olsaydı bunu muhalif gördüğü Ehl-i re'yin her rengine ve bahusus Hanefilere yapardı. Oysa Hanefiliğin temsil etmiş olduğu re'y ekolü güçlü bir şekilde varlığını sürdürmüştür çünkü onların arkasında büyük bir toplum desteği vardı. Yine Mu'tezile sönük olarak da olsa varlığını devam ettirmiş ve zaman zaman önemli temsilciler de çıkarmıştır. Lâkin ilk dönemdeki sinerjiyi bir daha üretememiş, o sinerjinin ortaya çıkardığı asabiye ruhunu diriltememiş ve o eski ihtişamlı günlerini bir daha yakalayamamıştır.
Kuşkusuz insanların akıl istiapları birbirinden farklıdır. Ayrıca her akıl düşünce kodlarını oluştururken içinden çıktığı kültürel ve teolojik yapının önermelerinden etkilenir. Müslüman aklı da neşvünema bulduğunda bu arka planın etkisinde yoğrulmaktadır. Nihayetinde insan, zihin kodlarının üzerine oturduğu önermelerin tesiriyle önündeki meselelerle irtibat kurmakta ve zihninde canlandırabildiği kadarıyla onları anlamakta ve anlamlandırabilmektedir. Bu da objektif bir alanla sübjektif bir çabanın diyaloğu manasına gelir.
Dini meselelerde sınırsız imgeler dünyasının gelişigüzel seyrine kapılmamak için tutarlı bir düşünce sistemi gerekir. Bu da İslâmi ilim geleneğinde itikatta ve fürûda usûldür. Usûl birleştirirken tahayyül ayrıştırır. Tasavvur edebiyat gibi disiplinlere zenginlik katar ve derinleştirir. Ancak nassların kendi hakikatini söylediği bir vasatta o hakikate rağmen mümin insan kendi imgesini konuşturursa orada bir anlam kargaşasının yaşanacağı da açıktır. Bu sebeple İslâm ilim geleneğinde aklı vahye bağlamak esastır.
Mu'tezile ve Ehl-i hadis arasındaki en temel çatışma alanını da akıl ve vahiy ilişkisinin nasıl kurulacağı sorunsalı oluşturmaktaydı. ‘Akıl ve vahiy ilişkisinde gözetilmesi gereken hiyerarşik yapıda öncelik akla mı vahye mi aittir?’ sorusu iki farklı cevapla birbirinden ayrışmıştır. Bu mesele aynı muhtevayla Ehl-i re'y ve Ehi-i hadis arasında da ihtilaflı bir alan olarak bugüne kadar gelmiştir.
Mutedil Ehi-i hadis ve Ehl-i re'y arasında Kur'ân ve Sünnet'in Müslümanları bağlayıcılığı hususunda bir ihtilaf olmamıştır. Ancak ihtilaf evvelemirde Hz. Muhammed'e (s.a.v) nisbet edilen rivayetlerin ona ait olanı ile olmayanı ayırt etmede kullanılan yöntemde yaşanmaktadır. Sonra Hz. Peygamber'e (s.a.v) ait olduğu tespit edilen hadislerin dini hüküm olarak neleri ifade ettiğini belirlemede kullanılan metotta ortaya çıkmaktadır. Velhâsıl sorun özünde bir yöntem sorunudur.
Yöntemde yaşanan ihtilafların yanı sıra başka diğer faktörler de görmezden gelinemez. Mezheplerin teşekkül aşamasında hadislerin tedvini yapılsa da tasnifinin henüz tamamlanmamış olması, ilmi disiplinlerin tekevvününün yavaş ve metodik seyri, iki akımın kurucu metinlerinin yazılmış olmaması, hadis tasnifinin altın çağının hicri üçüncü yüzyılda olması, Kütüb-i Sitte'nin Mihne sonrası dönemde yazılmış olması gibi hakikatler de o dönemin sancılı geçmesinin sebeplerindendir.
İlmi rekabet ile zaman zaman mezhep ve meşrep taassubunun iki ekol arasındaki ihtilafları gereksiz yere büyüttüğü de bir başka vakadır. Kaynaklarda kullanılan dışlayıcı, itham edici ve bazen tekfire varan hükümlerin de karşılıklı psikolojik kamplaşmaları, asabiyet kültürünü ve bu zeminde rövanş alma duygusunu doğurduğu bir gerçektir.
Tarih tecrübesi büyük ve köklü mezheplerin içinde genelde üç eğilimin ortaya çıktığını göstermektedir: Muteşeddidûn, mutavassitûn ve müteselihûn. Birincisi basit yorum farklılıklarını dahi büyük meselelere dönüştürmekte mahirdir. Bu mizaç sahipleri birçok meselede gereksiz yere tekfir ve bid'at ithamlarının kaynağı olmuştur. İkincisi, kuşatıcı ve birleştirici olmaya özen gösterir, meseleleri ilmi bir zeminde ifrat ve tefritten olabildiğince uzak bir şekilde ele alarak inceler. Üçüncüsü ise var olan önemli farkları bile ya görmezden gelir ya da gereğinden fazla önemsizleştirir.
İlmi tutarlılık ele alınan meselelerde benzer olanları gördüğü gibi ihtilaflı olanları da tespit eder ve mümkünse bunları uzlaştırmaya çalışır. Bu da orta yolu temsil eden mutavassitûn ulema sınıfının işi olmuştur. Müslümanların birliği ve beraber yaşama iradesi bunların gayretleri üzerinde yükselmiştir. S.59-94
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı : 374 / Ocak 2022
-------------------------------
1-Ebû Abdillâh Ahmed b. Ebi Duâd Ferec b. Cerir b. Mâlik el-İyâdi (ö. 240/854), bir şair, edip ve kelâm âlimidir. Halku'l-Kur'ân inancının bir devlet politikası olarak benimsenmesinde halifeyi ikna edenlerin başında gelir. Mihne sürecinin devlet adına fiilen uygulayıcısı konumunda olmuş, bunu reddeden başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere meşhur âlimlerle münazaralar yapmıştır. Me’mûn'a yakın olan ve Mu'tasım döneminde Abbâsi Devleti'nde başkadılık görevini üstlenen İbn Ebû Duâd fıkıhta Hanefi mezhebine mensuptu. İtikadi mezhep olarak Cehmiyye'den olduğu söylense de Mu'tezile'den olduğu görüşü daha yaygındır. Muhalifleri dahi onu çok eli açık cömert bir kişi olarak tanıtmışlardır.’
Halife Vâsık'ın son döneminde yaşlı bir muhaddisle yapmış olduğu tartışmada kendisine sorulan sorulara cevap veremeyince halifenin gözünden düşmüş ve Mihne uygulamaları halife tarafından durdurulmaya başlanmıştır. Kaynaklar bu kişinin Abdullah b. Muhammed b. İshâk el-Ezremi olduğunu bildirmektedir. Bahsedilen bu olay çalışmamız açısından önemli olduğu için burada zikretmek faydalı olacaktır.
Ezremi Vâsık'ın huzuruna elleri bağlı olarak getirilir. Güzel görünümlü bu yaşlı adamı halife oturmaya davet eder ve İbn Ebi Duâd ile Kur'ân'ın yaratılıp yaratılmadığı hususunda münazara etmesini ister. Ezremi ona İbn Ebi Duâd'ın kendisiyle münazara etmeye ehil olmadığını, onun zayıf olduğunu söyler. Bu cevap halifeyi öfkelendirir. Ezremi ilk sözün kendisine verilmesini ister ve münazara başlamış olur.
Ezremi: Ey Ahmed, bu söz (halku'l-Kur'ân) söylendiğinde dinin kendisiyle tamamlanacağı, (dolayısıyla) söylenmesi vacip bir söz müdür?
İbn Ebi Duâd: Evet.
Ezremi: Ey Ahmed, bana Restlullah'tan (s.a.v) haber ver, Allah onu kullarına peygamber olarak gönderdiğinde Allah'ın kendisine emrettiklerinden bir şeyi sakladı mı?
İbn Ebi Duâd: Hayır.
Ezremi: Resülullah (s.a.v) bu sorduğunuz sözünüze (halku'l.Kur'ân'a) Müslümanları davet etti mi?
İbn Ebi Duâd sessiz kaldı.
Bunun üzerine Ezremi Vâsık'a dönerek: Ey Müminlerin Emiri, bu birincisi, dedi.
Ezremi: Ey Ahmed, Allah Azze ve Celle'den haber ver. ‘Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için İslâm'ı din olarak seçtim’ (Mâide: 5/3) âyetini Resülullah (s.a.v)'e indirdiğinde, Allah dinini ikmal ettiğini söylediği bu âyetinde doğru mu söylemektedir, yoksa sen dinin tamamlanmadığı iddianda doğru mu söylemektesin?
İbn Ebi Duâd sessiz kaldı, bunun üzerine Ezremi: Ey Ahmed cevap ver, dedi ama o cevap veremedi.
Ezremi: Ey Müminlerin Emiri, bu ikincisi,
Ezremi: Ey Ahmed, bana Resülullah'tan (s.av) haber ver, o bu sözü (halku’l-Kur'ân inancını) biliyor muydu yoksa bilmiyor muydu?
İbn Ebi Duâd: Biliyordu. dedi.
Ezremi: İnsanları bu söze davet etti mi?
İbn Ebi Duâd sessiz kaldı.
Ezremi: Ey Müminlerin Emiri, bu üçüncüsü, dedi.
Ezremi: Ey Ahmed, Resülullah (s.a.v) geniş davrandı, senin iddiana göre bu sözü bildi ama ümmetini bunu söylemeye davet etmedi, değil mi?
İbn Ebi Duâd: Evet,
Ezremi: Sonra bu meseleyi Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (ra.anhm) bildiler mi, bilmediler mi?
İbn Ebi Duâd: Evet, bildiler,
Bunun üzerine Ezremi yüzünü Vâsık'a dönerek İbn Ebi Duâd'ın kendisiyle münazara etmeye ehil olmadığını ve zayıf olduğunu kendisine konuşmasının başında ilettiğini söyler.’
Ezremi böylece halifeye, Hz. Peygamber'in (s.a.v) ve dört râşid halifenin bilmediği bir şeyi İbn Ebi Duâd'ın bildiğini iddia ettiğini, onların davet etmediği bir söze İbn Ebi Duâd'ın bir iman maddesi olarak davet ettiğini ve bu hususta devlet gücünü kullanmaktan çekinmediğini de göstermiş oldu. Bu münazarada dile getirilenler dolaylı olarak Abbâsi Devleti'nin Mihne'yi bir devlet politikası olarak uygulayan üç halifesi Me’mûn, Mu'tasım ve Vâsık'a da yöneltilmiş bir eleştiri ve dahi Vâsık'ı bunu terk etmeye çağıran bir nasihattı, Bu münazaranın sonucunda Ezremi serbest bırakıldı ve devlet bu meseledeki katı tutumunu terk etti. S.40